2023 Seçimleri: Dokuz Not

1. Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı yanlıştı. Ve bu, popüler yaygaranın aksine, Aleviliği sebebiyle değil, Esadçılığı sebebiyle idi. Bütün elverişli şartlara rağmen, Türkiye halkı Esad destekçisi bir siyasetçinin cumhurbaşkanı olmasına izin vermedi. Bugün Türkiyeliler adına gururlu, Suriyeliler adına mutluyum.

2. Türkiyeliler adına gururluyum ama mutlu değilim. Kılıçdaroğlu’nun adaylıktaki ısrarı, maalesef Erdoğan’ın son yıllardaki akıl ve ahlak dışı ekonomi politikasının cezasız kalmasına sebep oldu. İki adayın da kaybettiği bir seçeneğimiz olsaydı keşke…

Olmadı ve şimdi Erdoğan’la 5 yıl daha devam edeceğiz. Fakat kazanmanın lütuf olduğu kadar da lanet olduğu bir seçimdi bu. Ekonomik olarak fakirleşmiş ve toplumsal olarak düşmanlaşmış bir millet var ortada. Said Nursi’nin yıllar önce altını çizdiği üç toplumsal belanın (cehalet, zaruret ve ihtilaf) en az ikisine sahibiz maalesef. Türkiye fakirliğin ve bölünmüşlüğün pençesinde patlamaya hazır bir bomba olarak var olmaya devam edemez. Erdoğan’ın üzerindeki tarihsel yük, Türkiye’yi bu ikili beladan ve bunların sebep olduğu beka sorunundan kurtarmaktır. Allah ona bariz yanlışlarda ısrar etmeyeceği kadar feraset ve bunu ona tavsiye edebilecek kadar ehil ve cesur kadrolar versin.

Kaybedenlere gelince;

3. Kılıçdaroğlu: Kovid-19’un yıkıcı etkileri, yüksek enflasyonun sebep olduğu fakirleşme ve Şubat ayındaki korkunç deprem felaketi sebebiyle Erdoğan karşısında doğal bir avantaja sahip olan muhalefetin tek yapması gereken, oylarına talip olduğu “küskün AKPli seçmen”e Kemalist bir bagaja ve Esadçı bir sicile sahip olmayan bir aday sunmaktı. Fakat Kılıçdaroğlu’nun ikbal hırsı buna engel oldu ve “Erdoğan karşıtı” muhalefet tarihin kendilerine altın tepside sunduğu iktidar fırsatını geri tepti. Toplumsal matematiğin tatsız gerçekliğinde, bu seçim aslında Erdoğan ile Akşener arasındaydı ve Kılıçdaroğlu Erdoğan’ı tercih etti!

Fakat Kılıçdaroğlu’nun önünde hala Türk siyasetine yapabileceği önemli bir hizmet fırsatı bulunmaktadır. Ortadoğu, Kılıçdaroğlu’nun da talihsiz bir şekilde atıf yaptığı bir “bataklık” mıdır emin değilim; ama gerçekten de öyleyse, bunun bir sebebinin de başarısız siyasetçilerin özür dileyip istifa etmesi gereken yerlerde masa yumruklayıp racon kesmesi olduğundan eminim. En zayıf adaylardan biri olmasına rağmen kendisini bir oldubittiyle aday olarak empoze ederek bugün Erdoğan’ın hala Cumhurbaşkanı olmasının birincil sebebi olan Kılıçdaroğlu, bunun sorumluluğunu üstlenip Türk halkından özür dilemeli ve CHP başkanlığından istifa etmeli. Bu vesileyle de bizlere çoktandır unuttuğumuz “hatanın bir bedelinin olması gerektiği” ve “insana mahcubiyetin kibirden daha fazla yakıştığı” gerçeklerini esaslı bir örnekle hatırlatmalı. Belki bu şekilde, kazanarak hizmet edemediği Türk siyasetine kaybederek hizmet edecektir.

4. Akşener: 3 Mart’ta iktidardaki tek adamlığa olduğu kadar muhalefetteki tek adamlığa da karşı olduğunu gösteren Meral Akşener, feci bir “ehven-i şer” perspektifine saplanan Türk siyasetine yeni bir vizyon sunup İYİ Parti’ye (en azından) ana-muhalefet partisi olma yolunu açabilirdi. Ama önce cesur çıkışından geri adım atıp Kılıçdaroğlu’nun adaylığını onaylaması, ardından da Ordu’dan Antep’e rezil denebilecek aday tercihleri sebebiyle maalesef İYİ Parti seçimlerde başlarda beklenenin altında bir oy aldı ve kendini Türk siyasetinde bir yan aktör olmaya mahkûm etti. Tarih ve talih gerçekten de cesurdan yanaymış!

5. Davutoğlu: Davutoğlu’nun entelektüel ve siyasal geçmişiyle zıtlaşır bir şekilde, Kılıçdaroğlu bir taraftan Ortadoğu’ya ısrarla “bataklık” olarak atıf yaparken diğer taraftan da mülteci karşıtlığının dozunu sürekli arttırdı. Kılıçdaroğlu’nun bu iki tasarrufunun kendi yanlışlıkları bir tarafa, Davutoğlu’nun bu noktalarda Kılıçdaroğlu’nu düzeltme ya da ona şerh düşme gibi girişimlerde bulunmaması, Davutoğlu açısından hem ahlaki bir zaafa hem de siyasi bir zayıflığa işaret etti. Bu ise, bizzat kendisininKılıçdaroğlu’na farklı kesimlerin desteğini alabilmek ve o farklı kesimlere teminat verebilmek” olarak tanımladığı misyonuna gölge düşürdü ve Kılıçdaroğlu’nun muhtemel cumhurbaşkanlığında Davutoğlu’nun oynayabileceği dengeleyici role dair AKP tabanında az da olsa var olan ümitleri tamamen yok etti. Bunların üstüne, Davutoğlu deprem, yolsuzluk ve seçim hilesi gibi konularda da fırsatçı bir siyaseti takip ederek AKP tabanında büyük bir kredibilite erozyonu yaşadı. Böyle olunca da, hem AKP tabanından Kılıçdaroğlu’na gelebilecek desteğin azalmasına sebep olarak Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olmasını engelledi, hem de Erdoğan-sonrası Türk siyasetinde kendisinin pivot bir rol oynama ihtimalini ortadan kaldırdı. Daha genel olarak baktığımızda ise, Türkiye’nin demokrasi açığının en önemli ayaklarından biri olan ilkeli muhalefet eksikliğinin kapatılmasına yönelik Davutoğlu’na açılan kredi de fazla uzun sürmeden tükenmiş oldu.

6. FETÖ: Bu seçimin bariz kaybedenlerinden biri de elbette FETÖ (ya da daha doğru ifadesi ile “FETÖ siyaseti”) idi. 3 Mart’taki çıkışı sebebiyle önce Akşener’e karşı başlayan ve en son da Muharrem İnce’nin seçimden çekilmesine sebep olan şantaj siyaseti bu seçimde de çok şükür umduğunu elde edemedi. Seçim sonuçları gösterdi ki, İnce taraftarları liderlerine yapılan ahlaksız saldırıları sineye çekmedi ve bu saldırıları yapanların (ve bu süreçte sessiz kalanların) umduklarının aksine, Kılıçdaroğlu’na değil çoğunlukla Oğan’a ve Erdoğan’a oy verdi. Şantaj siyasetinin geri tepen bir silah olduğunu hala anlamamış muhalefetin hissesine ise, kendi topuğumuza sıkmanın milli sporumuz olduğunu bir defa daha bizlere göstermek düştü.

“Bu kararı almamızda seçim öncesi Meral Akşener’e yapılanların, seçim öncesi Muharrem İnce’ye yapılanların, seçim öncesi ve bugün bize yapılanların çok büyük etkisi vardır. Demokrasi bunlar için sadece laftan ibarettir. Bir linç kültürü geliştirmişler ve Fetövari usüllerle herkese dedikleri şu: Çekilin!” (Sinan Oğan, 27 Mayıs 2023)

7. Anket Şirketleri: Siyasallaşmayan hiçbir şeyin kalmadığı ülkemizde, anket şirketlerimiz de politik kamplaşmadan nasibini aldı maalesef. Seçimin hemen öncesinde yayınlanan anketlerin bulgularında bariz bir gruplaşma vardı. GENAR ve OPTIMAR gibi AKP-yanlısı şirketler Başkanlık seçimlerinde Erdoğan’ı önde gösterirken, KONDA ve METROPOLL gibi CHP-yanlısı şirketler Kılıçdaroğlu’nu önde gösteriyordu. İki grup arasındaki ayrışma temel olarak İYİ Parti ile MHP arasındaki oy farkına yönelik bulgularından kaynaklanıyordu. CHP-yanlısı şirketler İYİ Parti’nin oylarındaki düşüşü tespit edemedi (ya da daha kötüsü, etti ama politik kaygılarda ilan edemedi) ve İYİ Parti’nin hala MHP’den %3-5 puan önde olduğunu iddia etti. Gerçek sonuçlardan epey uzak olan bu yanılgı sebebiyle de, bu şirketlerin başkanlık seçimlerine yönelik bulgularında hata payının ötesinde bir yanılma oldu. İlginçtir, benzer bir durumu 1 Kasım 2015 seçimlerinde de yaşamıştık ve orda da KONDA en çok yanılan şirketlerden biri olmuştu. Görünen o ki, iktidar yarışının kızıştığı ve muhalefetin kazanma ihtimalinin yükseldiği seçimlerde, KONDA anketçilikten cihatçılığa geçiş yapıyor ve bu da bulgularında yanılma ihtimalini arttırıyor.

8. Kendine zekiler: Kaybettikleri tüm seçimlerin sonrasında yaptıkları gibi, muhalif kanadın “az okumuş ama çok bilmiş” bir kesimi bu seçim sonrasında da halkı cehalet ve ihanetle suçladı ve bu topraklarda zeki (!) olmanın lanetinden şikâyet etti. Kınanmak pahasına da olsa, artık lafı eğip bükmeden söylemek lazım bu zavallılara: Siz zeki falan değilsiniz. Hatta her seçim sürecinde oylarınızın çalındığına inanacak kadar aptal, KONDA’yı en güvenilir anket şirketi sanacak kadar da cahilsiniz. Evet, siz kibrinizi zekâyla karıştıran şaşkınlarsınız!

***

9. Bir son not olarak şunu söylemeliyim ki, seçimin kişisel olarak en değerli bulduğum sonuçlarından birisi Hüda-Par’ın mecliste dört milletvekilli ile temsil edilecek olmasıdır. Türk siyasetinin tüm diğer aktörlerinde olduğu gibi, elbette Hüda-Par’ın da hem geçmişinde övünç duyulmayacak yanlışları hem de bugünkü siyasi görüşünde tartışmalı pozisyonları vardır. Fakat Hüda-Par, Kürt haklarını şiddet kullanmadan savunarak Türkiye’nin, bölgedeki PKK diktasına karşı çıkarak da Kürt illerinin demokratikleşmesine hizmet edebilecek “demokratikleştirici” bir harekettir. Hal böyleyken, seçim kampanyası boyunca Millet İttifakı’nın bir bütün olarak Hüda-Par’ı şeytanlaştırması ve ona “domuz bağcı” gibi aşağılayıcı isimler takması son derece talihsizdi. Zira Meclis’teki hiçbir partinin geçmişi Hüda-Par’ınkinden daha temiz değildir. Unutulmamalı ki bu topraklarda soykırım olarak adlandırılmaya en yakın katliamlar 1937-38 yıllarında CHP iktidarında yaşanmıştır. Ama sırf bu sebeple bugünkü CHP milletvekillerine “soykırımcı” demek ne kadar yanlış ve ayıpsa, bugün meclisteki Hüda-Par milletvekillerine “domuz bağcı” demek de o kadar yanlış ve ayıptır.

Hüda-Par’ın Batman mitingi

2019 Yerel Seçimleri: Herkesin Kazandığı bir Seçim?

Toplumsal bölünme ve güvensizliğin hastalık derecesinde olması ve bununla ilgili olarak temel haklar konusunda toplumsal ve siyasi bir uzlaşının namevcudiyeti sebebiyle her seçimin bir “varlık meselesi”ne dönüştüğü Türkiye’de bir yerel seçimi daha geride bıraktık. İttifak siyasetinin damga vurduğu seçimlerde iktidarın Ankara ve İstanbul’u CHP’ye (ya da daha doğru ifadesiyle “muhalif bloğa”) kaybetmesi seçimlerin en dikkate değer ve en çok mana yüklenen sonucu oldu. Bu sonuç, içerde ve dışarda pek çok kişide “AKP’nin çöküşü”nün bir başlangıcı olarak bir yorumlandı. Halbuki, daha geniş bir perspektiften bakabildiğimizde, bu yerel seçimlerin AKP de dâhil olmak üzere hemen herkesin kazandığı bir seçim olduğunu görebiliriz.

AKP’yle başlarsak, İstanbul ve Ankara belediyelerinin kaybı elbette AKP için ciddi kayıplardır. Fakat bloklar bazında düşündüğümüzde, bu illerdeki rekabet son seçim ve referandumlarda zaten birbirlerine çok yakındı ve galibi 2-3 puanlık farklar belirliyordu. Bu seçimde AKP’nin bu iki ildeki kayıpları, kendi oylarındaki düşüşten ziyade muhalif kanattaki konsolidasyonun sebep olduğu kayıplardır. Zira AKP’nin genel oy oranında ne bu iki büyükşehirde ne de Türkiye genelinde ciddi bir düşme yaşandı. Türkiye genelinde her iki kişiden birinden oy alan ve en yakın rakibinden de yüzde 50 daha fazla oy alan AKP’nin Türkiye’nin hala açık ara birinci partisi olduğu bu seçimlerde de teyit edildi. Dolayısıyla AKP bu seçimlerde toplumdan net bir güvenoyu almıştır. İttifak siyasetinin ve 2-3 puanlık farkların damga vurduğu belediye başkanlığı seçimlerinden belediye meclis üyeliği seçimlerine geçiş yaptığımızda bu durum daha net bir şekilde görülmektedir. Aşağıdaki haritada da net bir şekilde görüldüğü üzere, Türkiye’nin siyasi haritası partiler bazında ciddi bir değişiklik göstermemiştir. Bu seçimlere ekonomik krizin de gölgesinde girdiğimizi dikkate aldığımızda, iktidar için bu durumun bir kayıptan ziyade kazanç olduğunu düşünmek çok da yanlış olmayacaktır. Kanaatimce bu durumu doğru değerlendirmek özellikle muhalefet için son derece hayatidir. Ankara ve İstanbul galibiyetleri sebebiyle yanlış bir “AKP’nin çöküşü” kanısına saplanmak, kendilerine dört sene sonra yeni bir seçim mağlubiyetinden başka bir şey getirmeyecektir.

Okumaya devam et

16 Nisan Referandumu ve Partilerin Oy Kayıpları

Sonuçları itibariyle Türkiye siyasetini köklü olarak değiştirecek bir referandumu geride bıraktık. Referandum sonucunun yorumunu başkalarına ve başka bir yazıya havale ederek, bu yazıda referandumun daha somut bir yönüne odaklanacağım. Referandumun önemli sonuçlarından biri de üç büyük partinin (AKP, MHP ve HDP) tabanlarındaki oy kayıpları idi. Oranları farklı olsa da, bu üç parti 1 Kasım’daki seçmenlerinin bir bölümünü referandumdaki kampanyalarına ikna edemedi. Partilerin oy kayıplarına yönelik mensuplar tarafından epey reddiye, rakipler tarafından da epey spekülasyon yapıldı. Hem partiler-arası oy geçişkenliğini bizatihi değerli bulduğum, hem de oy değişimlerinin pek çok siyasi sorunun cevabına ışık tuttuğuna inandığım için, bu yazımda üç partinin 16 Nisan referandumundaki oy kayıplarına yönelik yaptığım kişisel hesaplamalarımı paylaşacağım.

AKP

AKP+MHP bloğundaki kayıpların fazlalığı iki argümanın yaygınca yapılmasına izin verdi: 1) AKP’deki kayıplar çok  fazla 2) Bloktaki kayıpların kime ait olduğunu bilemeyiz. Fakat ben bu iki argümanın da yanlış olduğunu düşünüyorum. 16 Nisan referandumunda AKP’nin geleneksel tabanındaki kayıplar fazla olmadığı gibi, blok içindeki kayıpların kime ait olduğu tespit etmek de çok zor değil. Bu bloktaki kayıpların aidiyetini tespit etmek için iki farklı metot kullanılabilir. Basit ve birinci metot şudur: MHP’nin görece olarak çok düşük oy aldığı (dolayısıyla blok oylarının kahir ekseriyetinin AKP oylarından oluştuğu) ilçelere bakılır ve bu ilçelerdeki oy değişikliklerinden AKP oylarındaki değişim hakkında önemli ipuçları edinilir. Çıkarımın sağlıklı olması açısından, bu ilçelerin özellikle HDP ve Saadet gibi AKP ile oy alışverişi yapan partilerin düşük oy aldığı yerlerden seçilmesi önemlidir. Bartın Ulus, Bolu Gerede, Malatya Doğanyol, Rize merkez, Sinop Erfelek gibi ilçeler hem MHP’nin düşük (yüzde 6 ya da daha az) oy aldığı hem de HDP ve Saadet’in önemli bir varlık göstermediği ilçelerdir. Bu ilçelerde AKP’nin 1 Kasım seçimlerindeki oyu ile 16 Nisan referandumundaki Evet oylarını kıyasladığımızda hemen hepsinde ufak artışlar gözlemlemekteyiz. AKP+MHP bloğundaki kayıpların hepsinin AKP’den olduğunu varsaysak bile (açık renkli sütun), AKP oylarındaki kayıp yüzde 5’i geçmemektedir. MHP oylarındaki kaybı (aşağıda da hesaplayacağımız üzere) %50 şeklinde varsaydığımız daha gerçekçi bir hesaplamada ise (koyu renkli sütun), AKP oylarındaki kayıp yüzde 0-2 aralığına düşmektedir. Dolayısıyla, AKP+MHP bloğundaki oyların çoğunlukla AKP oylarından oluştuğu ilçelerdeki oy değişikliklerinin yüzeysel analizi, 16 Nisan referandumunda AKP tabanındaki kaybın azımsanabilecek bir küçüklükte (%0-2) olduğuna işaret etmektedir.Untitled

Okumaya devam et

Darbenin adı var

gul

15 Temmuz gecesi yakın Türkiye tarihinin en önemli olayına, Gülen Cemaati’nin askeri darbe girişimine, şahit olduk. 2011’de başlayan, 2012 Şubat’ında gün yüzüne çıkan ve 2013 Aralık’ında açık bir savaşa dönüşen AKP-Cemaat çatışması, 2016 Temmuz’unda Cemaat’in askeri darbe girişimiyle son round’unu yaşadı ve çok şükür kazanan taraf darbeciler olmadı. Cumhurbaşkanı’nın, hükümetin, polisin, halkın, muhalefetin, medyanın ve nihayet asker içindeki darbe karşıtlarının ortak çabalarıyla püskürtülen 15 Temmuz darbe girişiminin faillerine yönelik -ilk günlerdeki belirsizliğin ve şaşkınlığın aksine- geniş bir konsensus var bugün. Ve eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu‘na uzanan bu konsensusa göre darbe girişiminin bir adı var: Gülen Cemaati darbesi.

Askeri darbe, Cemaat’in AKP’yle savaşında kullanacağı son silahı ve uzun yıllardır dillendirdiği “turbun büyüğü” idi. Bu silahını kaybetmiş bir yapılanmada darbeye yönelik itiraflar hızla gelecektir. Ve zaten de gelmektedir. Özellikle Yarbay Levent Türkkan, Yarbay Emin GüvenAstsubay S.A. ve asker ‘abisi’ Muhammet Uslu‘nun yaptığı itiraflar 15 Temmuz darbe girişiminde Cemaat’in merkezi rolüne dair önemli bilgiler sunmaktadır. Fakat burada sorun şu ki, 15 Temmuz’un bir Cemaat darbesi olduğu gerçeği, bu itirafların hiçbiri olmasa dâhi yeterince netti. Türkiye’nin son 10 yılda yaşadığı dönüşümün mahiyetini bilen ve aktörlerini tanıyanlar için darbenin failleri hiç de gizemli değildi. Kısaca 9 noktada açmaya çalışayım bu cümlemi:

1. Öncelikle, 2010 sonrası Türkiye’de artık ordu içinde darbe yapabilecek tek örgütlü güç Cemaat’ti. 30 yıldır büyük bir itina ve azimle askeriyede örgütlenen Cemaat, Balyoz ve Casusluk davalarıyla askeriyedeki son büyük tasfiyesini yapmış ve artık “altın vuruş” için hazır hale gelmişti. Ahmet Zeki Üçok‘un yıllar evvel (büyük bedeller ödemek pahasına) dikkat çektiği ve savaştığı bu örgütlenme, 2015 yılına gelindiğinde artık rütbeli subayların neredeyse yüzde 50’sini içeren bir boyuta ulaşmıştı. Özellikle Balyoz sonrasında terfi alan subayların darbedeki orantısız dahli de bu durumu yeterince net olarak ortaya koyuyordu. (Burada kişisel bir anımı da anlatmak isterim. 2009 yılında ABD’den dönüp KTÜ’de göreve başladığımda, AKPli akademisyen arkadaşlarımdaki Ergenekon tedirginliğini garipsemiştim. Cemaat’in AKP liderliğine ve tabanına ustalıkla zerk ettiği bu “Ergenekon korkusu”ndan kurtulamamış AKPli bir akademisyen arkadaşım 2010 başında bana “Hocam askeriyede hala çok güçlüler, her an her şey olabilir” dediğinde, kendisine “Yapmayın hocam, bu saatten sonra askeriyede darbe yapabilecek tek güç Cemaat’tir!” diye cevap vermiş ve kendisinin şaşkın bakışlarına maruz kalmıştım.)  Okumaya devam et

Suriye’de AKP taşlamak: ilk taşı günahsızlar atsın

Altıncı yılına girdiğimiz Suriye iç savaşı kimsenin istemediği ve öngörmediği boyutta bir trajediye dönüştü. Kanaatimce savaşın bu boyuta gelmesindeki en önemli üç sebep şunlardı: 1) ABD’nin önce Suriye Savaşı’nı bir özgürlük mücadelesi olarak değil İran’a vurulacak büyük bir darbe olarak görerek araçsallaştırması, sonra da muhalifler arasında İslamcı unsurların güç kazanmasıyla muhaliflere verdiği desteği seyreltip savaşı kanlı ve bitmez bir beraberliğe mahkum etmesi, 2) Hem Batı’nın hem de İslam dünyasının Esad rejiminin zayıflığına yönelik aşırı iyimser tahminleri, 3) Türkiye’nin de dahil olduğu bazı Müslüman ülkeler ile Suriyeli muhalif grupların bir kısmının 2013 sonrasında neredeyse imkansızlaşan “Esadsız çözüm”de diretmesi.

En başından İran’ın güvenlik kaygılarını da ele alan kapsamlı ve samimi bir proje geliştirilebilseydi, ya da en azından  2013 sonrasında Esad’lı bir geçiş planı üzerinde uzlaşılabilseydi, bugün tüm bölgeyi saran bu yangının alevleri çok daha sönük olabilirdi. Olmadı…

Untitled

Türkiye’nin gerek Suriye’de silahlı bir devrime olan inancı gerekse bu devrimde “Esad’lı geçiş”e kapıları tamamen kapatma konusundaki ısrarı ölümcül birer hataydı. 2016 yılından baktığımızda kolayca tespit edebildiğimiz bu hatalar neredeyse sabit olmakla birlikte, bu hatalar üzerinden AKP’ye yapılan “hayalperestlik” ve “maceracılık” eleştirilerinin büyük oranda tutarsız ve hakkaniyetsiz olduğunu düşünüyorum. Zira AKP’nin Suriye politikasının (ya da fiyaskosunun) temelini oluşturan “Esad’ın gidici olduğuna” ve “Türkiye’nin müdahil olması gerektiğine” yönelik düşünceleri, AKP liderliğine has yanılgılar değil, gerek dünyada gerekse Türkiye içinde geniş bir kitle tarafından paylaşılan düşüncelerdi. Öyle ki bugün katı AKP eleştirmeni diyebileceğimiz pek çok isim dahi 2011 ve 2012 yıllarında bu iki düşünceyi paylaşıyor ve bu düşünceler üzerinden AKP’ye bugün eleştirdikleri politikaları başlatma tavsiyeleri veriyorlardı. Birkaç somut örnek verecek olursam: Okumaya devam et

Ahmaklık Üzerine Notlar

1. Einstein’ın meşhur sözünü hepimiz biliyoruz: “Delilik, hep aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar beklemektir.” Yakın zamana kadar, bu sözün Türkiye’deki birinci muhatabı faydasızlığı defaatle ispatlanmış politikalarla Kürt sorununu çözmeye çalışan Türk hükümetleri oldu. Fakat şu an durum farklı. Devlet şu anda Kürt sorununu silahla çözmeye çalışmıyor. Bunu yapamayacağının da son derece farkında. Yapmaya çalıştığı şey, ulusal ve uluslararası konjonktürün rüzgârıyla 7 Haziran sonrasında silahlarının gücüne yeniden iman eden PKK’ya kendisinin de bunu yapamayacağını bir kez daha göstermek. Bu yüzden de, Temmuz ayından bu yana bir grup entelektüelin devlete yaptığı “90 yıldır yapamadığını şimdi de yapamazsın” uyarısının pek bir hükmü yok. Einstein’in delilik tanımının bugünkü birinci muhatabı PKK’dır ve yapılması gereken çağrı da şudur: “30 yıldır yapamadığını şimdi de yapamazsın! Boşuna ölüyor ve öldürüyorsun!

2. Evet, PKK boşuna ölüyor ve öldürüyor. Sadece silahla hedefine ulaşamayacağı için değil, aynı zamanda ulaşmaya çalıştığı pek çok hedef zaten “vakti gelmiş fikirler” olduğu için. Anadilde eğitim, özerklik, genel af… Bunların hepsi vakti gelmiş ve (ama bir ama beş yıl sonra) hayata geçecek fikirler zaten. Fakat Türklerin (ve hatta Kürtlerin) bu hak ve fikirlere, özellikle de “özerkliğe” desteği Kürt siyasetinin hem şiddetten uzaklaşmasına hem de zihnen demokratikleşmesine bağlı. Tarihsel olarak baktığımızda, Türklerin ve muhafazakâr Kürtlerin Kürt siyasetine olan “güvensizliği“, Kürt siyasetinin taleplerinin cevapsız kalmasında önemli bir paya sahip olmuştur. Öte taraftan, Kürt siyasetinin şiddetle olan ilişkisi özellikle muhafazakâr Kürtlerin “özerklik siyasetinden” uzak durmasında önemli bir etkendir. Zaten geleneksel olarak Kürt siyasetinden uzak durmuş olan Türk ve Kürt grupların 7 Haziran’da HDP’ye verdikleri destek de büyük oranda barış sürecindeki çatışmasızlığın ve seçim sürecindeki “Türkiyelileşme” söyleminin bir meyvesiydi. Fakat Kürt siyaseti 7 Haziran sonrasında bu gerçekliğe göz kapayıp ahmakça bir şekilde bir yandan şiddetin diğer yandan da otoriter zihniyetin dozunu her geçen gün arttırdı ve bunun sonucunda da “yeni destekçilerini” büyük oranda kaybetti. Eleştirdiği AKP zihniyetiyle dahi kıyaslanamayacak oranda otoriter (hatta totaliter) bir zihniyetin “öz-yönetim” talebine hangi makul Türkiyeli destek verebilir ki?

Adsız Okumaya devam et

7 Haziran’dan 1 Kasım’a Kürt Siyaseti’nin Seçim Yanılgıları

1 Kasım seçimleri Türkiye siyasi tarihinin sonuçları açısından en sürpriz seçimlerinden birisi oldu. AKP, 7 Haziran’da AKPli Kürtlerin büyük oranda HDP’ye kaymasıyla kaybettiği tek-parti iktidarını, kaybettiği Kürt oylarının üçte ikisini Türk oylarının da fazlasını geri alarak tekrar kazandı. AKP’nin 1 Kasım “zafer”inde elbette AKP’nin doğrularının da payı var. Ama AKP’ye seçim zaferini getiren ana etken kendi doğrularından ziyade muhalefetin yanlışları oldu. Kürt hareketinin şiddete geri dönüşü, CHP’nin çatışma ve ölümleri Erdoğan-karşıtı siyasetinde araçsallaştırması ve MHP’nin anlamsız bir “Hayır” siyasetinde ısrarı, 1 Kasım’da Türkiye halkının neredeyse yüzde 10’unun “yeniden” AKP’ye yönelmesine sebep oldu.

Kendi doğrularını teslim etmek açısından, AKP’nin seçim zaferindeki en önemli faktörlerden biri AKP’nin mevcut siyasi partiler arasında hatalarından ders alan tek parti olmasıydı. AKP, 7 Haziran’da kendisine oy kaybettiren HDP’yi baraj altında bırakma politikası ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim etkinliği gibi politikaları 1 Kasım sürecinde büyük oranda terk etti. Başta CHP olmak üzere Türk muhalefeti ise, yıllardır mağlup geldiği seçim sonuçlarını doğru değerlendiremediği gibi, 7 Haziran’da elde ettiği tarihsel imkânı da yanlış bir ön-şart siyasetiyle heba etti. Ne gariptir ki, 7 Haziran’dan kendisinin dahi beklemediği bir zaferle çıkan Kürt siyaseti de ne 7 Haziran sonuçlarını ne de sonraki 1 Kasım sonuçlarını doğru okuyabildi. Türkiye’nin Temmuz ayından bu yana içine düştüğü çıkmazın temel sebeplerinden biri de HDP ve PKK’nın 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinin sonuçlarına yönelik yanılgıları oldu.

HDP 7 Haziran seçimlerine parti olarak girme kararı aldığında, bu karar kendi taraftarları tarafından dahi riskli bulunmuştu. Nitekim HDP’nin seçim barajını geçme ihtimali 6 Haziran’da dahi kesinleşmemişti. Bu riski gidermek adına, HDP seküler Türklerdeki Erdoğan karşıtlığına yatırım yaparak seçim sürecinde “Seni başkan yaptırmayacağız!” sloganıyla ‘akıllı’ bir Erdoğan-karşıtı politika geliştirdi. Fakat seçim barajını geçmeye yönelik bir taktik olarak anlaşılır olabilecek olan bu politika, seçim sonrasında HDP tarafından kalıcı bir stratejiye dönüştürüldü ve özelde Erdoğan genelde de AKP karşıtlığı HDP siyasetinin ana eksenine yerleşti. Ancak HDP’nin katı Erdoğan-karşıtı siyasetinin gözden kaçırdığı hayati bir nokta vardı: 7 Haziran’da AKP’den HDP’ye kayan Kürtler AKP’ye ve Erdoğan’a ‘düşman’ değil ‘dargın’dılar. Bu “eski AKPli yeni HDPli Kürtler”in talebi AKP’nin bertaraf edilmesi değil, AKP’nin ülkeyi barışın gerekliliklerini daha kararlı ve tutarlı bir şekilde yerine getirerek yönetmesiydi. (IPSOS’un 7 Haziran seçimlerinin hemen ertesinde yaptığı ankette HDP seçmeninin yaklaşık üçte birinin seçim sonuçlarından memnun olmayıp erken seçim istemesi de bunun bir işareti idi. Nitekim 1 Kasım sonrasında HDP’ye oy vermiş seçmenlerin dahi bir kısmı AKPli siyasetçilere “İyi oldu. Biz barajı aştık siz de tek başına iktidar oldunuz” diyecekti.) Dolayısıyla, Kürtlerin en az yarısının hala barış sürecinin ana Türk partneri olarak gördüğü Erdoğan ve AKP’nin HDP tarafından düşmanlaştırılması geri tepme ihtimali yüksek bir politikaydı. Nitekim 1 Kasım’da da öyle oldu. Bu yüzden, Demirtaş’ın 8 Haziran’da Erdoğan ve çevresine yönelik “Asmayacağız, yargılayacağız!” çıkışıyla kalıcılaşan HDP politikası yanlış olduğu kadar ahmakça idi.

CHM3NhUWMAAfuoc

Kaynak: IPSOS seçim sonrası anketi, 8 Haziran 2015

Okumaya devam et

Ne özgür basınlar sevdik, zaten yoktular!

17 Aralık süreciyle beraber Türkiye içinden ve dışından pek çok kişi, özellikle de Erdoğan muhalifleri, Türk demokrasinin bir gerileme dönemine girdiğini ve Türkiye’nin hızla bir dikta rejimine doğru yol aldığını yazmaya başladı. Özellikle yargı bağımsızlığı ve basın özgürlüğünün son bir yılda “Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar” yara aldıklarına yönelik değerlendirmeleri hemen her gün okuyoruz ulusal ve uluslararası basında.

Fakat Türk demokrasinin mevcut durumuna ve geleceğine yönelik bu olumsuz yorum ve öngörüler ciddi zaaflarla malul. Bu zaafların birincisi geçmişin yanlış bir şekilde güzellenmesidir. Bugün Türkiye ne adalet ne de basın özgürlüğü konularında üç yıl öncesine nazaran daha kötü bir durumda değildir. 17 Aralık sonrasında yapılan (ya da yapıldığı iddia edilen) hiçbir hukuksuzluk yoktur ki 2013 öncesinde Ergenekon, Balyoz, Oda-TV ve KCK davalarında defaatle yapılmış olmasın. Evet, bugün Cemaat’e yönelik davalarda pek çok “zorlama yorum” var; fakat bu zorlama yorumların sağlıklı ve adil değerlendirmesi, “sanık Sosyalizmi savunuyor, PKK da sosyalizmi savunuyor, o halde sanık terörist” kıvamındaki “hukuki” gerekçelerde düzinelerce insanın hayatının karartıldığı altı yıllık geçmişin bir bütün olarak ele alınmasıyla mümkündür ancak.

Benzer bir durum, basın özgürlüğü konusunda da geçerlidir. Türkiye’de basın hiçbir zaman özgür olmadı. Fakat yakın dönemde basın özgürlüğü konusunda en kötü yıllar 2010-13 yıllarıydı. Türkiye’nin basın özgürlüğü konusunda uluslararası indekslerde hızlı bir şekilde gerilemesi de, dünyanın en fazla gazeteciyi hapseden ülkesi olma payesine ermesi de, gazetecilere “Yazdıklarına dikkat etsin. Ahmetlerin, Nedimlerin durumundan ders alsın!” şeklinde notların iletilmesinin sıradan bir hale gelmesi de bu yıllarda oldu. Ve gariptir ki, bugün “ilk 10’a girdik” diye sürmanşetten derdini çektiğimiz sıralamada, Türkiye iki yıl üst üste birinci oldu ve birincilikten ancak 2014 yılında bugünkü “yeni özgürlükçülerin” ısrarla eleştirdiği demokratik paketlerin sonucunda KCK davalarında tutuklanan gazetecilerin serbest bırakılmasıyla düştü.  Okumaya devam et

Yolsuzluk ve Seçimler

17 Aralık yolsuzluk operasyonları sonrasında yaşadığımız çalkantılı günlerde en çok merak edilen konulardan biri de yolsuzluk iddialarının önümüzdeki seçimlerde AKP’nin oy oranlarını nasıl etkileyeceği. İlk bakışta, dinen ve kanunen yasak olan yolsuzluğa bulaşan siyasetçilerin bunun bedelini seçimlerde ödeyeceği akla yatkın bir önerme olarak duruyor. Fakat yolsuzlukların Türkiye’deki seçimler üzerinde büyük etki yapmasını engellediğini düşündüğüm bir genel bir de özel sebep var.   

Yolsuzluğun seçimlerde AKP oylarında büyük bir düşüşe sebep olmayacağını düşünmemin Türkiye’ye özel sebebi Türk toplumundaki aşırı siyasal kutuplaşma ve bunun sonucunda azalan partiler arası oy geçişkenliğidir. Türkiye dünyanın en kutuplaşmış ülkelerinden birisi ve maalesef AKP döneminde bu kutuplaşma daha da derinleşti. Önce Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde, daha sonra da Gezi Parkı sürecinde Başbakan Erdoğan Türk siyasetini “iyilerle kötülerin mücadelesi” olarak yansıttı ve yıllar içinde AKP tabanı büyük oranda bu algıyı benimsedi. Muhalif parti ve hareketleri neredeyse “mutlak kötü” olarak algılayan AKP tabanında yolsuzluklar AKP’yi “daha az iyi” yapabilir; ama AKP diğer “kötü” alternatiflere kıyasen halen “iyi” olarak görüldüğünden desteklenmeye devam edilecektir. Bir merkez sağ alternatifinin yokluğunda, günümüz konjonktüründe ortalama bir AKP seçmeninin yolsuzluk iddia ve suçlamalarından dolayı CHP ya da MHP’ye oy verme ihtimali oldukça düşüktür. (Aynı şey diğer parti tabanları için de geçerlidir. 2011’deki kaset kumpası MHP oylarında ciddi bir düşüşe sebep olmamıştı mesela).

Metropoll’ün Aralık ve Ocak aylarında yaptığı anketler, yukarıdaki beklentiyle uyumlu olarak, AKP tabanının partilerine ve Başbakan Erdoğan’a verdikleri destekte büyük bir düşüş olmadığını göstermektedir. Okumaya devam et

“İ for İlke”: Muhafazakârlar ve ‘Genç Siviller’ için demokratlık vakti

– Üç yıl evvel Deniz Baykal’ın kasetinin yayınlanmasını “Ne özeli be, genel bu genel!diyerek normalleştiren Başbakan Erdoğan, AKPli siyasetçiler benzer ihtimalle karşı karşıya kalınca “İnsanların da kendilerine ait mahremleri vardır, bunları da kimsenin teşhir etmeye hakkı yokturdedi

– Haziran ayında Gezi Parkı eylemcilerine yönelik polisin gözaltı furyasını “Polis durduk yere kimseyi gözaltına almaz” şeklinde savunan İçişleri Bakanı Muammer Güler, 17 Aralık günü polisin kendi oğlunu da kapsayan gözaltı operasyonlarını “kirli oyun” olarak tasvir etti…

Demokrat Yargı derneğinin tüm eleştirilerine rağmen 2010 yılındaki blok HSYK seçimlerini destekleyen Osman Can, HSYK’nın yayınladığı bildirinin ardından HSYK’yı eleştirdi ve taraflılıkla suçladı

– 2009 yılında 74 yaşındaki Türkan Saylan’ın evinin sabahın köründe polis tarafından basılmasına ses çıkarmayan AKPli siyasetçiler, Bakan çocuklarının sabah 5’te gözaltına alınmasını eleştirdi

– Son 6 yıldır Ergenekon davasına adeta “Güneş’in altındaki her şeyin” eklemlenmesine hiçbir itiraz etmeyen AKPli siyasetçiler, üç ayrı yolsuzluk davasının 17 Aralık’ta birleştirilmesine veryansın etti

Özetle, AKPlilerin bugün şikayet ettiği tüm yargı ve polis tasarruflarına, son 6 yılda başka insanlar defaatle maruz kaldılar ve AKPli yöneticiler bu uygulamaları genellikle savundular. Maalesef hükümetin polis ve yargının aşırılıkları karşısındaki tutumu, “bana dokunmayan yılan” olageldi…

Fakat bu, madalyonun sadece bir yüzü. Okumaya devam et