2023 Seçimleri: Dokuz Not

1. Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı yanlıştı. Ve bu, popüler yaygaranın aksine, Aleviliği sebebiyle değil, Esadçılığı sebebiyle idi. Bütün elverişli şartlara rağmen, Türkiye halkı Esad destekçisi bir siyasetçinin cumhurbaşkanı olmasına izin vermedi. Bugün Türkiyeliler adına gururlu, Suriyeliler adına mutluyum.

2. Türkiyeliler adına gururluyum ama mutlu değilim. Kılıçdaroğlu’nun adaylıktaki ısrarı, maalesef Erdoğan’ın son yıllardaki akıl ve ahlak dışı ekonomi politikasının cezasız kalmasına sebep oldu. İki adayın da kaybettiği bir seçeneğimiz olsaydı keşke…

Olmadı ve şimdi Erdoğan’la 5 yıl daha devam edeceğiz. Fakat kazanmanın lütuf olduğu kadar da lanet olduğu bir seçimdi bu. Ekonomik olarak fakirleşmiş ve toplumsal olarak düşmanlaşmış bir millet var ortada. Said Nursi’nin yıllar önce altını çizdiği üç toplumsal belanın (cehalet, zaruret ve ihtilaf) en az ikisine sahibiz maalesef. Türkiye fakirliğin ve bölünmüşlüğün pençesinde patlamaya hazır bir bomba olarak var olmaya devam edemez. Erdoğan’ın üzerindeki tarihsel yük, Türkiye’yi bu ikili beladan ve bunların sebep olduğu beka sorunundan kurtarmaktır. Allah ona bariz yanlışlarda ısrar etmeyeceği kadar feraset ve bunu ona tavsiye edebilecek kadar ehil ve cesur kadrolar versin.

Kaybedenlere gelince;

3. Kılıçdaroğlu: Kovid-19’un yıkıcı etkileri, yüksek enflasyonun sebep olduğu fakirleşme ve Şubat ayındaki korkunç deprem felaketi sebebiyle Erdoğan karşısında doğal bir avantaja sahip olan muhalefetin tek yapması gereken, oylarına talip olduğu “küskün AKPli seçmen”e Kemalist bir bagaja ve Esadçı bir sicile sahip olmayan bir aday sunmaktı. Fakat Kılıçdaroğlu’nun ikbal hırsı buna engel oldu ve “Erdoğan karşıtı” muhalefet tarihin kendilerine altın tepside sunduğu iktidar fırsatını geri tepti. Toplumsal matematiğin tatsız gerçekliğinde, bu seçim aslında Erdoğan ile Akşener arasındaydı ve Kılıçdaroğlu Erdoğan’ı tercih etti!

Fakat Kılıçdaroğlu’nun önünde hala Türk siyasetine yapabileceği önemli bir hizmet fırsatı bulunmaktadır. Ortadoğu, Kılıçdaroğlu’nun da talihsiz bir şekilde atıf yaptığı bir “bataklık” mıdır emin değilim; ama gerçekten de öyleyse, bunun bir sebebinin de başarısız siyasetçilerin özür dileyip istifa etmesi gereken yerlerde masa yumruklayıp racon kesmesi olduğundan eminim. En zayıf adaylardan biri olmasına rağmen kendisini bir oldubittiyle aday olarak empoze ederek bugün Erdoğan’ın hala Cumhurbaşkanı olmasının birincil sebebi olan Kılıçdaroğlu, bunun sorumluluğunu üstlenip Türk halkından özür dilemeli ve CHP başkanlığından istifa etmeli. Bu vesileyle de bizlere çoktandır unuttuğumuz “hatanın bir bedelinin olması gerektiği” ve “insana mahcubiyetin kibirden daha fazla yakıştığı” gerçeklerini esaslı bir örnekle hatırlatmalı. Belki bu şekilde, kazanarak hizmet edemediği Türk siyasetine kaybederek hizmet edecektir.

4. Akşener: 3 Mart’ta iktidardaki tek adamlığa olduğu kadar muhalefetteki tek adamlığa da karşı olduğunu gösteren Meral Akşener, feci bir “ehven-i şer” perspektifine saplanan Türk siyasetine yeni bir vizyon sunup İYİ Parti’ye (en azından) ana-muhalefet partisi olma yolunu açabilirdi. Ama önce cesur çıkışından geri adım atıp Kılıçdaroğlu’nun adaylığını onaylaması, ardından da Ordu’dan Antep’e rezil denebilecek aday tercihleri sebebiyle maalesef İYİ Parti seçimlerde başlarda beklenenin altında bir oy aldı ve kendini Türk siyasetinde bir yan aktör olmaya mahkûm etti. Tarih ve talih gerçekten de cesurdan yanaymış!

5. Davutoğlu: Davutoğlu’nun entelektüel ve siyasal geçmişiyle zıtlaşır bir şekilde, Kılıçdaroğlu bir taraftan Ortadoğu’ya ısrarla “bataklık” olarak atıf yaparken diğer taraftan da mülteci karşıtlığının dozunu sürekli arttırdı. Kılıçdaroğlu’nun bu iki tasarrufunun kendi yanlışlıkları bir tarafa, Davutoğlu’nun bu noktalarda Kılıçdaroğlu’nu düzeltme ya da ona şerh düşme gibi girişimlerde bulunmaması, Davutoğlu açısından hem ahlaki bir zaafa hem de siyasi bir zayıflığa işaret etti. Bu ise, bizzat kendisininKılıçdaroğlu’na farklı kesimlerin desteğini alabilmek ve o farklı kesimlere teminat verebilmek” olarak tanımladığı misyonuna gölge düşürdü ve Kılıçdaroğlu’nun muhtemel cumhurbaşkanlığında Davutoğlu’nun oynayabileceği dengeleyici role dair AKP tabanında az da olsa var olan ümitleri tamamen yok etti. Bunların üstüne, Davutoğlu deprem, yolsuzluk ve seçim hilesi gibi konularda da fırsatçı bir siyaseti takip ederek AKP tabanında büyük bir kredibilite erozyonu yaşadı. Böyle olunca da, hem AKP tabanından Kılıçdaroğlu’na gelebilecek desteğin azalmasına sebep olarak Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olmasını engelledi, hem de Erdoğan-sonrası Türk siyasetinde kendisinin pivot bir rol oynama ihtimalini ortadan kaldırdı. Daha genel olarak baktığımızda ise, Türkiye’nin demokrasi açığının en önemli ayaklarından biri olan ilkeli muhalefet eksikliğinin kapatılmasına yönelik Davutoğlu’na açılan kredi de fazla uzun sürmeden tükenmiş oldu.

6. FETÖ: Bu seçimin bariz kaybedenlerinden biri de elbette FETÖ (ya da daha doğru ifadesi ile “FETÖ siyaseti”) idi. 3 Mart’taki çıkışı sebebiyle önce Akşener’e karşı başlayan ve en son da Muharrem İnce’nin seçimden çekilmesine sebep olan şantaj siyaseti bu seçimde de çok şükür umduğunu elde edemedi. Seçim sonuçları gösterdi ki, İnce taraftarları liderlerine yapılan ahlaksız saldırıları sineye çekmedi ve bu saldırıları yapanların (ve bu süreçte sessiz kalanların) umduklarının aksine, Kılıçdaroğlu’na değil çoğunlukla Oğan’a ve Erdoğan’a oy verdi. Şantaj siyasetinin geri tepen bir silah olduğunu hala anlamamış muhalefetin hissesine ise, kendi topuğumuza sıkmanın milli sporumuz olduğunu bir defa daha bizlere göstermek düştü.

“Bu kararı almamızda seçim öncesi Meral Akşener’e yapılanların, seçim öncesi Muharrem İnce’ye yapılanların, seçim öncesi ve bugün bize yapılanların çok büyük etkisi vardır. Demokrasi bunlar için sadece laftan ibarettir. Bir linç kültürü geliştirmişler ve Fetövari usüllerle herkese dedikleri şu: Çekilin!” (Sinan Oğan, 27 Mayıs 2023)

7. Anket Şirketleri: Siyasallaşmayan hiçbir şeyin kalmadığı ülkemizde, anket şirketlerimiz de politik kamplaşmadan nasibini aldı maalesef. Seçimin hemen öncesinde yayınlanan anketlerin bulgularında bariz bir gruplaşma vardı. GENAR ve OPTIMAR gibi AKP-yanlısı şirketler Başkanlık seçimlerinde Erdoğan’ı önde gösterirken, KONDA ve METROPOLL gibi CHP-yanlısı şirketler Kılıçdaroğlu’nu önde gösteriyordu. İki grup arasındaki ayrışma temel olarak İYİ Parti ile MHP arasındaki oy farkına yönelik bulgularından kaynaklanıyordu. CHP-yanlısı şirketler İYİ Parti’nin oylarındaki düşüşü tespit edemedi (ya da daha kötüsü, etti ama politik kaygılarda ilan edemedi) ve İYİ Parti’nin hala MHP’den %3-5 puan önde olduğunu iddia etti. Gerçek sonuçlardan epey uzak olan bu yanılgı sebebiyle de, bu şirketlerin başkanlık seçimlerine yönelik bulgularında hata payının ötesinde bir yanılma oldu. İlginçtir, benzer bir durumu 1 Kasım 2015 seçimlerinde de yaşamıştık ve orda da KONDA en çok yanılan şirketlerden biri olmuştu. Görünen o ki, iktidar yarışının kızıştığı ve muhalefetin kazanma ihtimalinin yükseldiği seçimlerde, KONDA anketçilikten cihatçılığa geçiş yapıyor ve bu da bulgularında yanılma ihtimalini arttırıyor.

8. Kendine zekiler: Kaybettikleri tüm seçimlerin sonrasında yaptıkları gibi, muhalif kanadın “az okumuş ama çok bilmiş” bir kesimi bu seçim sonrasında da halkı cehalet ve ihanetle suçladı ve bu topraklarda zeki (!) olmanın lanetinden şikâyet etti. Kınanmak pahasına da olsa, artık lafı eğip bükmeden söylemek lazım bu zavallılara: Siz zeki falan değilsiniz. Hatta her seçim sürecinde oylarınızın çalındığına inanacak kadar aptal, KONDA’yı en güvenilir anket şirketi sanacak kadar da cahilsiniz. Evet, siz kibrinizi zekâyla karıştıran şaşkınlarsınız!

***

9. Bir son not olarak şunu söylemeliyim ki, seçimin kişisel olarak en değerli bulduğum sonuçlarından birisi Hüda-Par’ın mecliste dört milletvekilli ile temsil edilecek olmasıdır. Türk siyasetinin tüm diğer aktörlerinde olduğu gibi, elbette Hüda-Par’ın da hem geçmişinde övünç duyulmayacak yanlışları hem de bugünkü siyasi görüşünde tartışmalı pozisyonları vardır. Fakat Hüda-Par, Kürt haklarını şiddet kullanmadan savunarak Türkiye’nin, bölgedeki PKK diktasına karşı çıkarak da Kürt illerinin demokratikleşmesine hizmet edebilecek “demokratikleştirici” bir harekettir. Hal böyleyken, seçim kampanyası boyunca Millet İttifakı’nın bir bütün olarak Hüda-Par’ı şeytanlaştırması ve ona “domuz bağcı” gibi aşağılayıcı isimler takması son derece talihsizdi. Zira Meclis’teki hiçbir partinin geçmişi Hüda-Par’ınkinden daha temiz değildir. Unutulmamalı ki bu topraklarda soykırım olarak adlandırılmaya en yakın katliamlar 1937-38 yıllarında CHP iktidarında yaşanmıştır. Ama sırf bu sebeple bugünkü CHP milletvekillerine “soykırımcı” demek ne kadar yanlış ve ayıpsa, bugün meclisteki Hüda-Par milletvekillerine “domuz bağcı” demek de o kadar yanlış ve ayıptır.

Hüda-Par’ın Batman mitingi

2019 Yerel Seçimleri: Herkesin Kazandığı bir Seçim?

Toplumsal bölünme ve güvensizliğin hastalık derecesinde olması ve bununla ilgili olarak temel haklar konusunda toplumsal ve siyasi bir uzlaşının namevcudiyeti sebebiyle her seçimin bir “varlık meselesi”ne dönüştüğü Türkiye’de bir yerel seçimi daha geride bıraktık. İttifak siyasetinin damga vurduğu seçimlerde iktidarın Ankara ve İstanbul’u CHP’ye (ya da daha doğru ifadesiyle “muhalif bloğa”) kaybetmesi seçimlerin en dikkate değer ve en çok mana yüklenen sonucu oldu. Bu sonuç, içerde ve dışarda pek çok kişide “AKP’nin çöküşü”nün bir başlangıcı olarak bir yorumlandı. Halbuki, daha geniş bir perspektiften bakabildiğimizde, bu yerel seçimlerin AKP de dâhil olmak üzere hemen herkesin kazandığı bir seçim olduğunu görebiliriz.

AKP’yle başlarsak, İstanbul ve Ankara belediyelerinin kaybı elbette AKP için ciddi kayıplardır. Fakat bloklar bazında düşündüğümüzde, bu illerdeki rekabet son seçim ve referandumlarda zaten birbirlerine çok yakındı ve galibi 2-3 puanlık farklar belirliyordu. Bu seçimde AKP’nin bu iki ildeki kayıpları, kendi oylarındaki düşüşten ziyade muhalif kanattaki konsolidasyonun sebep olduğu kayıplardır. Zira AKP’nin genel oy oranında ne bu iki büyükşehirde ne de Türkiye genelinde ciddi bir düşme yaşandı. Türkiye genelinde her iki kişiden birinden oy alan ve en yakın rakibinden de yüzde 50 daha fazla oy alan AKP’nin Türkiye’nin hala açık ara birinci partisi olduğu bu seçimlerde de teyit edildi. Dolayısıyla AKP bu seçimlerde toplumdan net bir güvenoyu almıştır. İttifak siyasetinin ve 2-3 puanlık farkların damga vurduğu belediye başkanlığı seçimlerinden belediye meclis üyeliği seçimlerine geçiş yaptığımızda bu durum daha net bir şekilde görülmektedir. Aşağıdaki haritada da net bir şekilde görüldüğü üzere, Türkiye’nin siyasi haritası partiler bazında ciddi bir değişiklik göstermemiştir. Bu seçimlere ekonomik krizin de gölgesinde girdiğimizi dikkate aldığımızda, iktidar için bu durumun bir kayıptan ziyade kazanç olduğunu düşünmek çok da yanlış olmayacaktır. Kanaatimce bu durumu doğru değerlendirmek özellikle muhalefet için son derece hayatidir. Ankara ve İstanbul galibiyetleri sebebiyle yanlış bir “AKP’nin çöküşü” kanısına saplanmak, kendilerine dört sene sonra yeni bir seçim mağlubiyetinden başka bir şey getirmeyecektir.

Okumaya devam et

Filipinler’e “bile” Barış Gelmiş

Aradan bir aydan fazla zaman geçtiği için hatırlamayabileceğiniz son yazımda, 17 Aralık sonrasında hükümetin politikalarını “Batı demokrasileri”ne atıf yaparak ve “gerçek demokrasilerde böyle şeyler kabul edilemez” şeklinde eleştiren muhalefetin, Batı’nın değer ve özgürlüklerine karşı seçici yaklaşım sergilediğini ve bu değer ve özgürlerin pek çoğunu görmemeyi yeğlediğini belirtmiştim. Muhalefetin “muhafazakar ideolojisine” bağladığım bu durum, maalesef muhalefette sadece Batı’nın ideal örneklerine karşı değil, aynı zamanda Doğu’nun örneklerine karşı dahi kısmi ve iradi bir körlük oluşturuyor. Bu yılın başında Filipinler’de hükümet ile Müslüman isyancılar arasında varılan barış anlaşmasının detaylarına göz gezdirdiğimizde ne demek istediğim daha anlaşılır olabilir.

***

Filipinler’in Mindanao bölgesindeki Müslüman (Moro) azınlığın içinden çıkan silahlı gruplar ile Filipin devleti arasında 40 seneyi aşkındır devam eden ve bu zaman zarfında 100 binin üzerinde can kaybına sebep olan çatışmanın tarafları, Türkiye’ye benzer şekilde, 2000’li yıllarda barış görüşmelerini hızlandırmışlardı. Başkan Benigno Aquino’nun özel ilgisi ve Malezya’nın arabuluculuğunda son birkaç senedir ivme kazanan barış görüşmeleri, nihayet 2014 yılında meyve verdi ve taraflar Mart ayında kapsamlı ve tatmin edici bir anlaşmayı imzaladılar. Moro İslami Kurtuluş Cephesi’nin (Moro Islamic Liberation Front, MILF) lideri Hacı Murat İbrahim ve 500 kadar da militanının hazır bulunduğu bir törende imzalanan anlaşmanın başlıca maddeleri şunlardı.

Okumaya devam et

Muhafazakâr Gömlekle Muhalif Özgürlükçülüğün Sınırları

17 Aralık operasyonlarının hayırlı sonuçlarından biri de Kemalist muhalefetin Batı ile yakınlaşması oldu. Tarihsel olarak Batı’nın Türkiye’ye yönelik her türlü eleştirisini emperyalist müdahale olarak görmüş CHPli siyasetçi ve entelektüeller, 17 Aralık sonrasında hükümetin tasarruflarını sıklıkla “Batı demokrasileri”ne atıf yaparak ve “gerçek demokrasilerde böyle şeyler kabul edilemez” diyerek eleştirdi. Ayrıca, Batı’dan gelen eleştirel değerlendirmeler de muhalefet tarafından sıcak ve destekleyici bir tavırla karşılandı.

Türkiye’deki yavan Batı-karşıtlığının en sert taşıyıcılarından olan ulusalcılardaki bu değişimi elbette ki olumlu bir değişim olarak görüyorum. Fakat bu genel olumlama, muhalefetin yeni Batı-severliğinin konjonktürel ve ikircikli yönünü göz ardı etmemizi gerektirmiyor. Bilakis, önemsizleştirmek için değil, sahihleşmesine yardım etmek için ikircikli yanının vurgulanması gereken bir Batı-severlik bu. Zira Batı dediğimiz yer, “yargı bağımsızlığı” ya da “basın özgürlüğü”nden ibaret bir özgürlük alanı değil. Yerel yönetim özerkliği, etnik/kültürel çoğulculuk, anadilde eğitim, vicdani ret hakkı, eşcinsel hakları ve hatta self-determinasyon Batı’nın diğer genel-geçer ilkelerinden bazıları. Dolayısıyla, Batı demokrasilerindeki yaygın pratikten hareketle “hiçbir gerçek demokraside hükümet yargı kararlarını yok sayamaz” ifadesi ne kadar doğruluk kazanıyor ise, “hiçbir gerçek demokraside insanlar zorla askere alınamaz” ya da “hiçbir gerçek demokraside coğrafi belirginliği olan azınlıklar yerel yönetim özerkliğinden mahrum bırakılamaz” ifadeleri de o kadar doğruluk kazanıyor.

Muhalefet, yukarıdaki doğrulardan sadece birini görüp diğerlerine ısrarla gözünü kapamaya devam ettiği sürece, özgürlükçü eleştirilerinin sahihliğine gölge düşürecektir. Nasıl ki seçici adalet adalet değil siyaset ise, ve seçici doğruculuk aslında yalancılık ise, seçici özgürlükçülük de aslında özgürlükçülük değil çıkarcılıktır.  Okumaya devam et

Kutuplaşmış Bir Ülkede Barışa Yol Bulmak

Birbirinizle çekişmeyin; yoksa gücünüz düşer, devletiniz elden gider.” (Enfal, 46)

Meşhur fıkradır. Temel ölmüş ve yolu cehenneme düşmüş. Cehennemde her milletin ayrı bir çukuru varmış ve her çukurun başında da bir zebani duruyormuş. Çukurdan çıkmaya çalışanları zebaniler mızraklarıyla geri düşürüyorlarmış. Sadece Türkler’in başında zebani yokmuş. Temel merak edip sormuş: “Neden Türkler’in başında zebani bulunmuyor?” Baş zebaninin ibretlik cevabı şu olmuş: “Gerek yok, zaten onlardan biri çıkmaya çalışırsa, diğerleri onu çekip geri düşürüyor.

Fıkra hayal ürünü. Ama gerçeklikten tamamen uzak diyebilir miyiz? Maalesef biz Türkler, toplumsal birlik ve güven konusunda en geriden gelen milletlerden biriyiz. Ve bu, sübjektif bir değerlendirme değil; güvenilir anketler ve akademik çalışmaların ortaya koyduğu hazin bir gerçek. Toplumsal güvensizliğin ve kutuplaşmanın zirvede olduğu ülkemizde, siyaset de araçlar üzerinden değil niyetler üzerinden yapılıyor. Türkiye’de rakip siyasal partiler ülkenin iyiliğini isteyen fakat bunun hangi meşru yol ve araçlarla yapılacağı konusunda sizin partinizden ayrılan gruplar olarak değil, ya “emperyalizmin uşağı/işbirlikçisi” ya “bölücü” ya “rejim düşmanı” ya da “darbeci” olarak görülüyor ve bu partilerin savundukları/kullandıkları araçların değil bizatihi niyetlerinin bozuk olduğuna hükmediliyor. Bu yüzden de birbirimizin başarılarını ve olumlu çabalarını çekemiyor ve hemen hepsinin arkasında bir bit yeniği arıyoruz.

Bu marazi halimizin en ciddi sonuçlarından biri, geniş bir toplumsal uzlaşı gerektiren kronik sorunlarımızı çözecek eşiğe bir türlü erişemememizdir. Bu sonucun en güncel ve yakıcı yansımasıysa Kürt meselesinin aldığı içinden çıkılmaz durumdur. Kürt meselesinin -ve artık onun bölünmez bir parçası haline gelmiş PKK’nın silahsızlanmasının– çözüm yolu bir muamma değildir. Gerek Türkiye Kürtlerinin talepleri gerekse başarılı Avrupa çözümlerindeki yol haritaları yeterince nettir. Fakat bizim bu ‘malum’ çözüme ulaşmamızın önünde iki temel engel bulunmaktadır. Birincisi, genel olarak Türklerin özel olarak da Türk siyasetçilerin çoğunluğu, Türkiye Kürtlerinin (özellikle de “bölge”de yaşayanların) siyasal taleplerine olumsuz bakmakta ve bu yüzden de çözüm noktasından çok uzakta durmaktadır (Bkz: Aşağıdaki Konda grafiği). Kürt meselemizin kalıcı bir şekilde çözülebilmesi için, artık yeterince belirginleşmiş olan siyasal çözüm noktası ile Türk siyaseti arasındaki bu mesafe kapanmak zorundadır.  Okumaya devam et