KCK İddianamesi ve Türklerin Einstein Sevgisi

Özgürlük, yanlış yapma özgürlüğünü de içermedikçe, sahip olmaya değecek bir şey değildir. (Mahatma Gandhi)

Askeri kahramanlık üzerine kurulu bir demokratik özerklik TC kuruluşuna benzemez mi?  (Büşra Ersanlı, KCK İddianamesi, s. 2096)

Nihayet KCK iddianamesi tamamlandı ve mahkemece kabul edildi. 2009 yılında Diyarbakır’da kabul edilen KCK iddianamesini okumuş biri olarak, yeni iddianamenin içeriğine yönelik özel bir heyecanım yoktu açıkçası. Fakat özellikle Prof. Dr. Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu hakkındaki suçlamaları ben de merakla bekliyordum. Beklediğim üzere, Ersanlı ve Zarakolu’nun işlediği iddia edilen “suçlar” arasında bir tane bile “doğrudan şiddet eylemi” yok. Belli grupların daha ilk günden Ersanlı’nın Yahudi akrabalarını afişe etmelerinin ve Bakan Şahin’in Ersanlı’nın komünist geçmişine “suç unsuru” olarak atıf yapmasının sebebini daha iyi anlıyoruz şimdi!

Ersanlı ve Zarakolu’na atfedilen tüm suçlar, BDP’nin “doğrudan şiddet” içermeyen (ama Terörle Mücadele Kanunu’na (TMK) göre rahatlıkla yasa-dışı addedilebilen) eylem ve toplantılarına katılmaktan ibaret. Ersanlı’nın işlediği “suçların” bir kısmı şunlar mesela: “terör örgütünün güdümünde yayın yapan ROJ TV’de röportaj yapmak üzere teklif almak”, “Dicle Haber Ajansı’nı referans almak”, “yasadışı oturma eylemine katılmak”… Ersanlı’nın en sık işlediği “suç” ise BDP’nin Siyaset Akademileri‘nde “demokratik özerklik” konusuyla ilgili dersler vermek ya da organize etmek. Ersanlı’nın demokratik bir ülkede siyasi eylem olarak addedilecek eylemleri, savcıların “demokratik özerklik” projesini ve Siyaset Akademileri’ni toptan kriminalize etmesiyle “suç” haline dönüşüyor. Fakat burada devletin farkına varamadığı bir şey var: “Demokratik özerklik” projesinin ve bu projeye hizmet ettiği iddia edilen BDP’nin Siyaset Akademileri’nin toptan kriminalize edilmesi, hem tüm Siyaset Akademileri’nin hem de BDP’nin kapatılmasını gerektirir. Bunun da hem yanlış hem de eski bir politika olduğu ortada. İnsan sormadan edemiyor: Einstein’in tarif ettiği “deli” hep biz mi olmak zorundayız?

Demokratikleşme konusunda da çalışmalar yapan bir akademisyen olan Ersanlı, hem açık beyanlarına hem de KCK iddianamesine yansıyan dinlemelere göre, Türkiye Kürtlerinin hak ve statü taleplerine destek veren ve bunu daha meşru ve mümkün yollarla elde edebilmeleri için de akademik birikimini Kürt siyasetinin hizmetine sunan birisi. Ersanlı kabaca şu iki şeyi yapmak istiyor: “Demokratik özerklik”e giden yolu şiddetten arındırmak ve nihai olarak elde edilecek özerk yönetimin gerçekten demokratik olmasını sağlamak. Burada ilginç bir ikilem var: Ersanlı’nın “DEMOKRATİK özerklik” konusundaki çabaları, Türk devletinin lensinden “demokratik ÖZERKLİK” olarak okunuyor! Devlet, Ersanlı’nın Kürt siyasetini şiddetten arındırma ve demokratikleştirme çabasını olumlu bir katkı olarak değerlendirmek yerine, “özerklik” siyasetini toptan kriminalize edip Ersanlı’yı özerkliğe hizmet etmekle suçluyor. Ve bence devletin bu tercihinde, son 150 yıldır neden hiçbir sorunumuzu kalıcı olarak çözemediğimizin de, bugün Kürt sorununda neden bir tıkanma yaşadığımızın da cevabı yatıyor…

Kürt sorununun çözümü siyasetin önünü açmaktan, siyasetin önünü açmak ise şu gerçeği görmekten geçiyor: PKK’nın silahları bırakmadığı, devletin de geniş ve muğlâk bir terör tanımı üzerine bina edilen TMK’yı revize etmediği bir ortamda, “suç” işlemeden Kürt siyasetine dahil olmak mümkün değil. BDP geleneğinden gelmeyen Ersanlı’nın tutukluluk ve Altan Tan‘ın da davalık durumları bunun en somut göstergesi. Halbuki Kürt siyasetinin çoğulculaşması ve şiddetten arınması için BDP-dışı aktörlerin Kürt siyasetine dahil olması gerekiyor. Farklı bir örnek gelebilir pek çoğunuza, ama ben devletin, KCK içine sızan MİT ajanlarının suçlarını “suç işlemeden örgüte sızılmaz” şeklinde savunurken gösterdiği hüsn-ü zan ve soğukkanlılığı Kürt siyasetine  dahil olan BDP-dışı aktörler için göstermemesini, bariz bir çifte standartın ötesinde, feci bir yanlış olarak da görüyorum…

Gelelim meselenin özüne. Devletin TMK’yı revize etmek konusundaki isteksizliği ve KCK iddianamesinde “demokratik özerklik”i bizatihi bir “suç” olarak ortaya koyması, “silahları bırakmak” konusunda devletin de PKK kadar gönülsüz olduğunu göstermektedir. Kürt siyasetine ve PKK’ya sürekli silahları bırakma ve demokratik araçlarla hedeflerine ulaşma çağrısı yapan devlet, Kürtlerin özerklik siyasetiyle demokratik yollarla değil kolluk kuvvetleriyle mücadele etmeyi yeğlemektedir… Şunu açıkça belirteyim ki, yerel yönetimlerin güçlü olduğu adem-i merkeziyetçi bir yönetimin (hatta federalizmin) Türkiye için faydalı olacağını düşünmekle birlikte, (Taner Akçam ve Abdurrahman Kurt’un bu konuda yaptıkları ikazları da dikkate alarak) Kürtlere özel bir siyasi statü sağlayan “demokratik özerklik” projesinin ne Kürtlere ne de Türkiye’ye faydalı olacağını düşünmeyen biriyim. Fakat Kürtlerin (çoğunlukta oldukları yerlerde) hangi statü ile ya da nasıl yönetileceklerine ben, biz, Türkler ya da Türkiye değil; Kürtler karar verecektir. Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı, (Kosova, Filistin, Kuzey Kıbrıs, Hatay ve -Başbakan’ın son çıkışıyla- “Suriye halkı” gibi) sadece işimize gelen coğrafyalar için değil, tüm dünya ve tüm halklar için geçerli bir prensiptir. Kürt siyasetinin, bir bütün olarak, Kürt sorununu “Kürtlerin halk olmaktan kaynaklı haklarını kullanamaması sorunu” olarak tanımladığı ve Kürtlerin her geçen gün daha da artan bir kısmının özerklik projesine gönül bağladığı bir konjonktürde, “demokratik özerklik” projesinin zararlılığına inanan Türklerin ve Türk devletinin -meşru ve demokratik sınırlar içerisinde- yapabilecekleri iki şey vardır. 1) Kürt siyasetinin önünü açmak ve Kürtler arasında “demokratik özerkliğin” tepkisellikten uzak ve sağlıklı bir şekilde tartışılmasını sağlamak. 2) Demokratik özerklik talebinin arkasında yatan kültürel haklar ve siyasal eşitlik konularında vakit geçirmeksizin ciddi adımlar atarak özerklik talebinin varlık sebebini ortadan kaldırmak.

Fakat Türk siyasetinin milliyetçi ve merkeziyetçi özü, yukarıdaki adımları atmasını engellemektedir. Devlet, birinci konuda KCK operasyonları ve TMK üzerinden tam tersi bir istikamette politika izlemekteyken; ikinci konuda da üç yıldır herhangi bir adım atmamaktadır (ve atmayacağını da pek çok defa dile getirmiştir). Bu durumda, devlete üçüncü bir yol kalmaktadır: “Böldürmem bu devleti!” anlayışıyla her türlü özerklik/bağımsızlık talebini kriminalize edip Kürtlerin statü taleplerini zorla bastırmak.  Bu yol Jakoben bir zihniyeti içeren gayr-i meşru ve anti-demokratik bir yoldur; zira devlet Kürtlere “Sizin için neyin iyi olduğunu ben sizden daha iyi bilirim” demektedir ve Kürtlerin “yanlış” taleplerini güç kullanarak bastırmaktadır. Daha kötüsü, bu yol irrasyoneldir; zira Jakoben politikalar, kalıcı çözümler ortaya koymadıkları gibi, bastırmaya çalıştıkları sorunları daha da derinleştirmişlerdir hep. Uzağa gitmeye gerek yok; yakın tarihimiz bu zihniyetin “geri tepen” yanlış politikalarıyla doludur!

_______________

Tüm bunların ötesinde, KCK İddianamesi, mevcut TMK üzerinden hazırlanan tüm diğer iddianameler gibi “subjektif suç oluşturma” sorunuyla malul. 12 Eylül’le hesaplaşıldığının iddia edildiği bir zaman diliminde, Türk yargısının aşağıdaki “subjektif”, “niyet okuyucu” ve “suç icat edici” dille iddianame yazabilmesi, biz Türklerin “ilerleme”den ne anladığımızı sorgulamamızı gerektirmez mi?

Şüphelinin notlarında sanki bir kısım insanların düşünce ve yazılarından alıntı yapıyormuş gibi gözükmesinin yanıltıcı olduğu, terör örgütünün hayal ettiği birleşik bağımsız kürdistan hayaline destek arayışı içerisinde olduğu, nitekim İstanbul’da PKK/KCK terör örgütü mensuplarınca düzenlenen yasadışı gösterilere katılan birinin üzerinde hala bilim adamı cübbesinin bulunduğunun iddia edilemeyeceği, şüphelinin düşünce gücünü ve bilimsel birikimini terör örgütünün hizmetine sunduğu, terör örgütünün rasathanesinden birleşik bağımsız kürdistan’a gidecek yolu bulmaya çalıştığı, bilim adamı etiketini de bu bölücü güzergahta referans olarak kullandığı…” (KCK İddianamesi, s. 2092)

1 comments on “KCK İddianamesi ve Türklerin Einstein Sevgisi

  1. 2007’den itibaren de Kürtlerin siyasete katılım sorunları, yerellik, ademi merkeziyetcilik konularına ilgi duydum. Özerkliğin demokratik olanı ile, olmayanını merak edip araştırmaya başladım. Ve tüm ilgili kavramlarıyla birlikte gözaltına alındım. Artık otosansürüm eskisi gibi bereketli çalışmıyor. Türkiye mi çok demokratikleşti yoksa ben mi özgürleştim?” (Büşra Ersanlı, 10.05.2012)
    http://siyaset.milliyet.com.tr/-turkiye-mi-cok-demokratiklesti-yoksa-ben-mi-ozgurlestim-/siyaset/siyasetyazardetay/10.05.2012/1538370/default.htm

Yorum bırakın