17 Aralık operasyonlarının hayırlı sonuçlarından biri de Kemalist muhalefetin Batı ile yakınlaşması oldu. Tarihsel olarak Batı’nın Türkiye’ye yönelik her türlü eleştirisini emperyalist müdahale olarak görmüş CHPli siyasetçi ve entelektüeller, 17 Aralık sonrasında hükümetin tasarruflarını sıklıkla “Batı demokrasileri”ne atıf yaparak ve “gerçek demokrasilerde böyle şeyler kabul edilemez” diyerek eleştirdi. Ayrıca, Batı’dan gelen eleştirel değerlendirmeler de muhalefet tarafından sıcak ve destekleyici bir tavırla karşılandı.
Türkiye’deki yavan Batı-karşıtlığının en sert taşıyıcılarından olan ulusalcılardaki bu değişimi elbette ki olumlu bir değişim olarak görüyorum. Fakat bu genel olumlama, muhalefetin yeni Batı-severliğinin konjonktürel ve ikircikli yönünü göz ardı etmemizi gerektirmiyor. Bilakis, önemsizleştirmek için değil, sahihleşmesine yardım etmek için ikircikli yanının vurgulanması gereken bir Batı-severlik bu. Zira Batı dediğimiz yer, “yargı bağımsızlığı” ya da “basın özgürlüğü”nden ibaret bir özgürlük alanı değil. Yerel yönetim özerkliği, etnik/kültürel çoğulculuk, anadilde eğitim, vicdani ret hakkı, eşcinsel hakları ve hatta self-determinasyon Batı’nın diğer genel-geçer ilkelerinden bazıları. Dolayısıyla, Batı demokrasilerindeki yaygın pratikten hareketle “hiçbir gerçek demokraside hükümet yargı kararlarını yok sayamaz” ifadesi ne kadar doğruluk kazanıyor ise, “hiçbir gerçek demokraside insanlar zorla askere alınamaz” ya da “hiçbir gerçek demokraside coğrafi belirginliği olan azınlıklar yerel yönetim özerkliğinden mahrum bırakılamaz” ifadeleri de o kadar doğruluk kazanıyor.
Muhalefet, yukarıdaki doğrulardan sadece birini görüp diğerlerine ısrarla gözünü kapamaya devam ettiği sürece, özgürlükçü eleştirilerinin sahihliğine gölge düşürecektir. Nasıl ki seçici adalet adalet değil siyaset ise, ve seçici doğruculuk aslında yalancılık ise, seçici özgürlükçülük de aslında özgürlükçülük değil çıkarcılıktır. Okumaya devam et