Genel Af (3): PKK’dan ötesi

Önceki iki yazımda PKK militanlarına yönelik bir genel affın neden meşru, zorunlu ve faydalı olduğunu izah etmeye çalıştım. Bu yazımda ise Türkiye’nin “PKK’yı aşan” bir genel affa ihtiyacı olduğuna yönelik düşüncelerimi paylaşacağım. Bir bütün olarak “eski Türkiye” suç ve suçlu üretme merkeziyken, bu durumu dikkate almaksızın eski Türkiye’nin suçlularıyla kanun ve ceza üzerinden hesaplaşılmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Ayrıca hem PKK’ya yönelik genel affın halk nezdinde daha kabul edilebilir olması hem de Türkiye’nin gelecekteki toplumsal birliğinin daha kapsamlı ve sahih olabilmesi için de Türkiye’nin “PKK’yı aşan” bir genel affa ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Daha açık yazacaksam, Osman Can ve Mustafa Akyol‘un düşüncelerine katılıyorum ve Türkiye’nin “Kemalist darbeciler” olarak adlandırılan kesime yönelik de bir genel affa gitmesi gerektiğini düşünüyorum. Sebeplerimi, ikisi teorik üçü de pratik sebep olmak üzere, beş noktada açıklayacağım:

1. Öncelikle, “darbeciliği” kişisel olarak cezalandırılması gereken bir adli suç olarak görmek yanlıştır; zira Türkiye Cumhuriyeti gerçekliğinde, “darbe” adli değil siyasal ve kurumsal bir suçtur. Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun oynadığı rolü, Cumhuriyet ideolojisinin orduya yüklediği siyasal misyonu ve Türk subayların eğitimleri sırasında maruz kaldıkları ideolojik endoktrinasyonunu göz önüne aldığımızda, bir Türk subayının darbeye meyilli olmasında şaşılacak bir şeyin olmadığını görürüz. Bu tarihsel ve kurumsal mirası dikkate almadan, “gerektiğinde” askeri darbeyi meşru gören ortalama bir Türk subayını basitçe “darbeci” olarak adlandırmak doğru değildir.

Aslında, muhafazakar kitlelerin bu durumu anlaması çok zor olmasa gerek. Osmanlı padişahlarının pek çoğu onlarca masum insanı öldürtmüştür ve bu yüzden de -kitabi açıdan- “katil” olarak adlandırılabilirler. Fakat muhafazakarların büyük çoğunluğu, bırakın “katil” addetmeyi, “veli” olarak görürler Osmanlı padişahlarını. Padişahların işledikleri suçları da “dönemin şartları gereği” ya da “devletin bekası için” işlediklerini düşünürler… Şunu göstermeye çalışıyorum: belirli bir bakış açısından “katil” olan insanlar, başka bakış açılarından “ülkesini ayakta tutmaya çalışan kahramanlar” olarak görülebilirler. Mesela Yavuz’un, bir bakış açısından bakanlara “soykırımcı”, başka bakış açısından bakanlara ise “veli” görünmesi bundandır. Aynı şekilde, belirli bakış açılarından bakıldığında “darbeci” olan insanlar, başka bakış açılarından “ülkesinin rejimini ayakta tutmaya çalışan liderler” olarak görülebilirler. Osmanlı padişahlarının yetişme tarzını ve kendilerine empoze edilen devletçi ve fetihçi ideolojiyi dikkate almadan Osmanlı padişahlarını kolaycı bir şekilde “katil” olarak isimlendirmek ne kadar yanlışsa; Cumhuriyetin askeri ve siyasi elitinin yetişme tarzını ve kendilerine empoze edilen devletçi ve sekülerist ideolojiyi dikkate almadan Cumhuriyetin generallerini “darbeci” olarak isimlendirmek de o kadar yanlıştır.

Okumaya devam et

Balyoz, Topuz… ve “Burası Ortadoğu!”

Türkiye sıradan bir dünya ülkesi. Türkler de sıradan “dünyalılar”…

Basit gibi görünen bu gerçek, aslında pek çok sorunumuzun da gizli anahtarı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 90 yıldır yaşadığı hiçbir sorun “kendine özgü” (sui generis) bir sorun değil. Askeri vesayetten etnik teröre kadar ne kadar sorunumuz varsa, hepsi yanı başımızdaki komşularımızdan okyanusun ötesindekilere kadar diğer “dünyalılar”ın da yaşadığı sorunlar. Türkiye’nin müzmin bir hal almış pek çok sorununun çözümü de, diğer “dünyalılar”la olan bu ortak paydayı fark etmesine ve “dünyalılar”ın tecrübesinden istifade etmesine bağlı.

Fakat biz Türkler, özellikle de “iktidar” ehlimiz, bir asırdır kendimizi “dünyalı” olarak görmektense “Ortadoğulu” olarak görmeyi tercih ediyoruz. Terörle mücadeleden seçim barajına, anadilde eğitimden vicdani ret hakkına pek çok alanda “dünyalıların” tecrübesi işimize gelmiyor ve atmamız gereken adımları atmamak için o çok tanıdık sığınağımıza koşuyoruz: “Burası Ortadoğu!”. “Başörtüsüne özgürlük” deriz, muktedirlerimiz “Burası Amerika değil, Ortadoğu!” derler. “Vicdani ret hakkı” deriz, muktedirlerimiz “Burası İskandinavya değil, Ortadoğu!” derler. “Anadilde eğitim” deriz, muktedirlerimiz “Burası İspanya değil, Ortadoğu!” derler. “PKK’yla müzakere deriz”, muktedirlerimiz “Burası Britanya değil, Ortadoğu!” derler… Hâlbuki bir palavradan ibarettir bu cevaplar. Burası Ortadoğu biz de Ortadoğulu değiliz; burası Dünya ve biz de Dünyalıyız; Ortadoğulu olan zihniyetimiz!

(Burada bir parantez açıp şunu da belirteyim: Kısaca, “iktidarın çıkarına coğrafi kılıf biçme” olarak tanımladığım “Burası Ortadoğu!” savunması, bize has bir savunma değil. 1958 yılında Pakistan yönetimine el koyan Mareşal Eyüb Han da bu savunmadan nasiplenmişti mesela: “Demokrasinin böylesine sıcak bir iklimde işleyemeyeceğini anlamalıyız. Demokrasi için Britanya gibi soğuk bir iklime sahip olmalıyız.” –Tarık Ali, Düello, s. 64-)

Geçen hafta açıklanan Balyoz davası kararları, Okumaya devam et