Yeni Bir “Kavga Molası” Üzerine Notlar

CKhOeJYWoAEjvYd

1. Barış süreçlerini idealist kahramanlar değil, çıkarlarının barıştan geçtiğini idrak eden çıkar grupları yürütürler. AKP hükümetleri ve PKK liderliği barışçıl ya da demokrat oldukları için başlamamıştı barış süreci. 2013’te başlayan süreç, bu iki aktörün çıkarlarının barıştan geçtiğini anlamalarını mümkün kılan bir rasyonelliğe nihayet kavuşmalarıyla mümkün oldu.

2. AKP ve Kürt siyaseti hala birbirlerine mahkûm. Yeniden alevlenen çatışmaların değiştirmediği bir gerçek bu. Bu yüzden, barış süreci yavaşlayabilir, donabilir, gerileyebilir, ama “bitmez”. Yaşadığımız şey PKK’nın anlamsızca tırmandırdığı bir “kavga molası”. Sonunda yine masaya dönülecek yeni bir akıl tutulması. Öyle görünüyor ki IŞİD’in yükselişi sonrasında bölgede (özellikle de Suriye’de) yeşeren ABD-Kürt ittifakı, PKK’ya 2012 yılındakine benzer bir “özgüven şaşırması” yaşattı ve Kandil kendini silahların işe yararlılığına yönelik yeni bir yanılsamaya kaptırdı. Fakat PKK, ABD’nin Türkiye ile vardığı uzlaşmanın kendisi açısından hayal kırıcı sonuçlarının, yapageldiği “serhildan” çağrılarının Kürt halkının nezdindeki karşılıksızlığının ve barış sürecinde Türk istihbaratının da elinin armut toplamadığının farkına vardığında (ki bu çok uzun sürmeyecek) gerçekliğe geri dönecek ve barış süreci kaldığı yerden (ama büyük ihtimalle PKK’nın şehir yapılanmasının önemli oranda ve Kandil liderliğinin de kısmen tasfiyesiyle) devam edecek.

3. Kürt siyasi hareketinin ve azılı Erdoğan karşıtlarının yaptıkları propagandanın aksine, iki buçuk yıllık ateşkesi PKK bozdu ve müzakere masasını PKK “tutuşturdu”. Kandil, ateşkesi sonlandırdığını menfur Suruç saldırısından günler önce ilan etmişti ve Suruç öncesinde yol kesme ve araç yakmayla başlayan PKK eylemleri Suruç sonrasında polislerin ve “sakallı” sivillerin öldürülmesiyle devam etti. Devletin Kandil’e yönelik bombardımanları ve PKK’nın şehir yapılanmasına yönelik kapsamlı gözaltıları, PKK’nın silahlı eylemlerini takip eden tasarruflardı. Devletin verdiği tepkinin meşruiyeti ve doğruluğu başka bir tartışma konusudur; ama ateşkesi kimin bozduğu bir tartışma konusu değildir.

Adsız Okumaya devam et

Türkler neden otoriterliğe rıza gösteriyor?

2011 yılından bu yana, özellikle de 17 Aralık sonrasında, Türk siyasetinde tartışılan ana konulardan birisi artan siyasi “otoriterleşme” olmuştur. Fakat ilginçtir ki, ne somut otoriterleşme göstergeleri ne de iktidarın (özellikle de Erdoğan’ın) otoriterleştiğine yönelik yapılan sert eleştiriler, AKP tabanında bu otoriterleşmeye yönelik ciddi bir itiraz doğurmuştur. Bu durum ise pek çok Türk entelektüeli şu soruya götürmüştür: “Türk toplumu (özellikle de AKP seçmeni) niçin artan otoriterlik karşısında sesini çıkarmamaktadır?” Bu soru çok önemli olmakla birlikte, maalesef soruya verilen cevapların çoğu AKP-seçmeni özeline indirgenmiş ve siyasi tarafgirlikle malul cevaplar olmuştur. (Cemil Meriç’in bu noktadaki seksist ve insafsız tespitine yapılan atıflar da maalesef bu süreçte oldukça sıklaşmıştır). Bu yazıda, hem yukarıdaki soruya kendimce daha önemli gördüğüm bir “kök sebep” üzerinden cevap vermeye hem de otoriterleşmenin kitlesel kabulünün AKP seçmenine özel bir durum olmadığını göstermeye çalışacağım.

Maalesef Türkler, toplumsal güven konusunda dünyanın en alt basamaklarında bulunmaktadır. Ve bu, sübjektif bir değerlendirme değil, güvenilir anketlerin ve akademik çalışmaların ortaya koyduğu hazin bir gerçektir. Örneğin, dünyanın en saygın anket veritabanlarından biri olan  Dünya Değerleri Anketi‘nin (World Values Survey) beşinci (2007) sürümündeki anket sonuçlarına göre, araştırmanın yapıldığı 57 ülke arasında genel toplumsal güvenin (generalized trust) en düşük olduğu ikinci ülke Türkiye’dir. Ankette yer alan “Sizce genelde insanların çoğunluğuna güvenilebilir mi? Yoksa başkalarıyla bir ilişki kurarken veya iş yaparken çok dikkatli olmak mı gerekir?” sorusuna “insanların çoğunluğuna güvenilebilir” cevabı verenlerin oranı dünya genelinde ortalama % 25,1 iken Türkiye’de ise sadece % 4,8’dir. Bu oran Trinidad ve Tobago’dakinden  (% 3,8) sonra en düşük orandır. Türkiye’ye yakın diğer ülkeler ise Ruanda (% 4,8), Peru (% 6,2) ve Gana (% 8,5)’dır. Türklerin toplumsal güven seviyesinin daha dün diyebileceğimiz bir zamanda korkunç boyutta bir soykırım yaşamış Ruandalılar ile aynı olması, içinde bulunduğumuz zihni durumun patolojik halini ortaya koymaktadır.

Okumaya devam et

Anlamsız kavramlar (3): Atatürk’ten Erdoğan’a “Tek Adam”

Yaklaşık iki haftadır Türkiye “dershaneler” ile yatıp kalkıyor. Hükümetin dershaneleri kapatmaya yönelik planının basına sızması üzerine hükümet ile Gülen Cemaati arasında şaşırtıcı bir kapsam ve seviyede tartışma başladı. Her ne kadar tartışma zahiren eğitim sisteminin reformu üzerine olsa da, pek çok akil entelektüelin (bkz: Bayramoğlu, Bilici, GöktürkMahçupyan vb.) de belirttiği üzere, yaşadığımız tartışma özü itibariyle post-Kemalist Türkiye’nin yönetimi üzerine siyasi bir tartışma. Hal böyleyken, bir taraftan tartışmanın özünün taraflar tarafından ısrarla inkârı, diğer taraftan da tartışmada serdedilen tavırların fikir değil aidiyet temelli olması sebebiyle tartışmayı sahih bir tartışma olarak görmüyorum. Bu yüzden, tartışmanın “içeriği”nden uzak durmayı yeğliyorum.

Tartışmanın beni rahatsız eden ve müdahil olmak istediğim kısmı tartışmanın yöntemi. Eleştiri, özellikle de iktidarın eleştirisi, elbette güzel ve gereklidir; ama tutarlı ve art-niyetsiz olmadıkça tesiri ve faydası azdır. Dershane tartışması boyunca hükümete (ya da daha genel olarak Başbakan Erdoğan’a) yönelik ağır itham ve eleştirilerin pek çoğu maalesef gayri-samimi ve tutarsız (ve bu yüzden de etkisiz ve faydasız) idi. Bu eleştirilerin başında Erdoğan’a yönelik “tek adamlık” ithamı geliyor. Maalesef “tek adam” kavramı, Türk siyasetinde eleştirel bir anlamla kullanılamayacak hale gelmiştir ve bu yüzden de herhangi bir Türk siyasetçiyi “tek adam” olarak eleştirmek anlamsız ve tutarsız bir tutumdur.

tayyibizm, kuru

***

Asırlık padişah yönetimlerinin geride bıraktığı zihinsel tortu, geç modernleşmenin ürettiği devrimci siyasal zihniyet, katı toplumsal kutuplaşmanın sebep olduğu “varoluş siyaseti” ve kurumsal zayıflığın genişlettiği keyfilik marjı, maalesef Türk siyasetinde “tek adam”lığın önünü açmış hatta normalleştirmiştir. Okumaya devam et

Gezi Parkı: Demokrasi, Medya ve Polis Notları

  1. Gezi Parkı eylemcilerini, elbette, destekliyorum. Bu eylemlerin “seçilmiş hükümetin aldığı kararı zorla engelleme” ya da “yer yer şiddet içerme” gerekçeleriyle illegalleştirilmesini de yanlış buluyorum.
  2. Demokrasi seçimlerden ibaret değildir; “sandıklı otoriterlik”in tüm dünyada git gide yaygınlaştığı günümüzde, seçimler demokrasinin en önemli parçası bile değildir. Türk siyasetçilerin seçilmiş bir hükümetin her türlü kararı alabileceği ve halkın bu kararlara ancak dört sene sonra sandıkta tepki verebileceği yönündeki yaklaşımları yanlıştır. Partiler içinde lider sultasının, ülke yönetiminde de merkeziyetçi yönetimin hakim olduğu bir ülkede bu anlayış diktaya davetiyedir.
  3. “Seçilmiş hükümet” ifadesindeki “seçilmiş” nitelemesi, kanaatimce 1980 sonrası hiçbir Türk hükümetinin tam olarak hak etmediği bir nitelemedir. Mevcut hükümet için konuşursak, yüzde 10 barajı, adaletsiz seçim yardımları ve oy manipülasyonları ile yüzde 35-40 arası olan desteğini yüzde 50’ye çıkartan bir iktidarın “seçilmişliği” teorik olarak tartışmalıdır.
  4. 1980 sonrası Türk hükümetlerinin hemen hepsi, azınlık grupların oylarını gasp ederek iktidar olmuşlardır. Oylarını gasp ettikleri insanların şimdi kendi kararlarını gasp etmeleri aslında çok da anlaşılmaz değildir. Türk siyaseti daha çoğulcu bir siyaset anlayışına sahip olsaydı, Gezi Parkı mücadelesi Meclis içerisinde veriliyor olabilirdi.
  5. Gezi Parkı eylemlerinin yer yer şiddet içermesi ne kadar yanlışsa, bu arızi şiddetten dolayı eylemlerin özünü karartmak ve eylemleri toptan gayrimeşrulaştırmak da o kadar yanlıştır. Suriye’de direnişçilerinin sıklıkla başvurdukları gayrimeşru şiddet direnişin haklı özünü görmemizi nasıl engellemiyorsa, Gezi Parkı eylemlerinin yer yer içerdiği şiddet ve sabotajlar da bu eylemlerin haklı özünü görmemizi engellememeli.
  6. Gezi Parkı eylemleri, eylemcileri sürekli kanuna aykırı hareket etmekle suçlayan yöneticilerin bizatihi kendilerinin “hukuka aykırılık” konusunda bir nefis muhasebesi yapması için bir fırsattır aslında. Evrensel insan haklarına aykırı olarak insanların özgürlüklerini kısıtlayan, yargı kararlarına aykırı olarak insanları asırlık yerleşim yerlerinden eden ve çevre değerlendirmelerine aykırı olarak yüzlerce HES’i Karadeniz’e boca eden bir hükümetin, Gezi Parkı’ndaki (kitabi olarak) “kanunlara aykırı” engelleme eylemi karşısında yapması gereken şey, öfkelenme değil, öz-eleştiridir. Zira “Siz nasılsanız öyle yönetilirsiniz” kadim hakikati, aşağıdan yukarıya olduğu kadar, yukarıdan aşağıya da çalışan bir hakikattir.
  7. Günümüz dünyasında Okumaya devam et

Türk Hassasiyetleri: Kaygı, Bahane, Çözüm

Kürt meselesinin -ve artık onun bölünmez bir parçası haline gelmiş PKK’nın silahsızlanmasının- çözüm yolu bir muamma değildir. Gerek Türkiye Kürtlerinin talepleri gerekse başarılı Avrupa çözümlerindeki yol haritaları yeterince nettir. Fakat bizim bu ‘malum’ çözüme ulaşmamızın önünde birkaç temel engel bulunmaktadır. Bu engellerden biri, Türklerin çoğunluğunun çözümün gerekli parçaları olan anadilde eğitim, yerel özerklik ve genel af konularında olumsuz bir tavır takınmasıdır. “Türk hassasiyetleri” olarak özetlenen bu olumsuz tavır, siyasal iktidarı “oy kaybı” endişesine itmektedir ve hükümetler tarafından da yapılmayan reformlar ve atılmayan adımlar için bir gerekçe/mazeret olarak sunulmaktadır.

Hâlbuki “Türk hassasiyetleri” üzerine bina edilmiş “oy kaybı” endişesi büyük oranda yersizdir. Zira son beş yılda AKP Türk kamuoyunun çoğunluğunun desteklemediği pek çok adım attı ve bu adımların hiçbiri AKP’nin oylarında kayda değer bir düşüşe sebep olmadı. Örneğin, elimizdeki anketlere göre, Türklerin çoğunluğu 2009’daki Kürt açılımına, TRT Şeş‘in açılmasına, Öcalan’la müzakere edilmesine, 2011’deki bedelli askerlik yasasına ve 2012’deki serbest kıyafet yasasına karşı idi. Fakat bu siyasal adım ve yasaların hiçbiri AKP’ye oy kaybettirmedi.

Bu adımlar ve yasalar sonrasında iktidarın oy kaybı yaşamamasının ardında bir genel bir de Türkiye’ye özel sebep var bence. Genel sebep, tanınan hakların ve gerçekleştirilen reformların kitlelerin zihninde hızlı bir şekilde normalleşmesidir. Örneğin, aşağıdaki grafikte görüldüğü üzere, TRT Şeş‘in yayına başlamasının ardından TRT Şeş‘e olumsuz bakanların yüzdesinde hızlı bir düşüş yaşanmıştır. Özel sebepse, AKP tabanının Başbakan Erdoğan’a duyduğu itimattır. Türkiye’nin yaklaşık yarısı, Başbakan Erdoğan’a muazzam bir güven ve saygı duymaktadır ve şahsen karşı olduğu bir adımı Başbakan Erdoğan attığında tevekkül edip “Vardır Başbakan’ın bir bildiği” şeklinde bir düşünceye sığınmaktadır. Normal bir demokraside sorgulanabilecek olan bu “siyasi tevekkül”, Türkiye’nin kronik meselelerini çözme konusunda bir fırsat da sunuyor bence. Leyla Zana’nın “Başbakan Erdoğan bu sorunu çözer” sözü de bu açıdan değerlendirilmelidir. (Milliyetçiliğin sınırlamalarından kurtulabilir ve elindeki gücü paylaşmaya razı olabilirse) Kürt sorununu kısa ve orta vadede çözebilecek tek siyasi liderdir Başbakan Erdoğan. Okumaya devam et

Başbakan’ın aynasından Türkiye

 
Çıkamam, aynalar, aynalar zindan / Bakamam, aynada, aynada vicdan / Beni beklemeyin, o bir hevesti / Gelemem, aynalar yolumu kesti.(Necip Fazıl Kısakürek)

Talihsiz, ama aynı zamanda aydınlatıcı, günler yaşıyor Türkiye. Arabasının reform gazı çoktan tükenmiş bir hükümetin suni mevzularının ve haksız/ağır ithamlarının belirlediği gündemlerle enerjisini israf edip patinaj yapıyor uzun bir süredir ülkemiz. Hemen her gün toplumun bir kesimi Başbakan Erdoğan’ın ağır eleştiri ve karşı-eleştirilerine muhatap oluyor. Geçtiğimiz Pazar günü kendisini eleştiren gazetecilere “sizi tasmalarınızdan biz kurtardık” diyerek köpeklik imasında bulundu Başbakan. Ondan birkaç gün evvel, zam isteyen öğretmenler için “zaten az çalışıyorsunuz”  manasına gelen ve tembellik ima eden ifadeler kullandı. Yine geçen hafta, Türkiye’nin sezaryenle doğum oranının en yüksek ülke oluşundan hareketle, Türk doktorlarının fazla para için gereksiz yere sezaryen doğum yaptırdığını belirtti. Uludere konusunda kendisini eleştiren BDPlilere “siz zaten ölü sevicisiniz (nekrofil)” dedi. İki hafta evvel polisin aşırı güç/gaz kullanımına aşırı tepki veren Fenerbahçe taraftarını “teröristlik” yapmakla suçladı. Geçen sene de kendisini eleştiren demokrat entelektüelleri halkın değerlerinden kopuk olmakla itham etmiş ve Hopa’da eylem yapan muhalifleri “eşkıya” olarak adlandırmıştı

Başbakan’ın aynasından yansıyan Türkiye hiç de iç açıcı değil: Okumaya devam et

Daimi Üyeler, Daimi Nefisler…

Muhakkak ki nefis hep kötülüğü emreder

Yıllardır tartışılan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyelerin veto yetkisi, ABD’nin Filistin’in BM üyeliğini, Rusya ve Çin’in de Suriye’ye yönelik yaptırımları veto etmesi üzerine, Türk siyasetçi ve entelektüeller tarafından yeniden hararetle eleştirildi. Eleştirilerdeki temel nokta BM’nin mevcut yapısının adaletsizliği ve reformun acilliği idi (Bkz: 1, 2, 3). Bu süreçte özellikle Başbakan Erdoğan’ın söylediğiBütün dünya, kelimenin tam anlamıyla bu beş daimi üyenin kararlarının kölesi oldu” ifadesi gündeme damgasını vurdu (o kadar ki Cuma hutbesinde imam atıf yapmıştı!). Fakat ben tüm bu daimi üyeler ve eşitsizlik üzerinden giden “BM reformu” tartışmalarını yapay buluyorum. Zira güçlü oldukları tüm alanlarda istikrar adına eşitliği ve adaleti bir kenara itenlerin güçsüz oldukları alanlarda eşitlik çağrıları yapması ciddiye alınacak bir tutum değildir.

2004 seçimlerinde gelir düzeyine göre oylar

İnsanoğlu hep kendisi için en iyisi neyse onu ister ve bu isteklerini de hep -bazen kendisini de kandıracak derecede- yüce ideallerin ve makul düşüncelerin kılıflarında gizler. İnsanların geneli için, idealler ve düşünceler -kendileri farkında olmasa bile- aslında çıkarlarının üstünü örten birer kılıftır. Menfaatler ile idealler arasındaki bu ilişkinin en somut yansımalarından birini insanların adalet ve eşitlik ile istikrar ve düzen arasındaki tercihlerinde görürüz. Hem adalet/eşitlik hem de istikrar/düzen insanoğlunun değer verdiği idealler olmakla birlikte, tekil insanların hangisini daha fazla önemseyeceğini maddi koşullar belirler genelde. Fakirler, güçsüzler ve muhalifler eşitlik ve adaleti; zenginler, güçlüler ve muktedirler ise düzeni ve istikrarı önceler ve savunur genellikle… Okumaya devam et

Ahmet Altan Yazsın, Hesabı Biz Öderiz…

Başbakan Erdoğan Ahmet Altan’a gene tazminat davası açtı… Ve daha güzel bir Türkiye’ye dair umutlarımızı biraz daha kararttı…

Yapısal hiçbir sorununun halledilmeden el-alemin tasarrufu ve yan sanayisi üzerinden şişerek büyüyen Türk ekonomisini bir “başarı öyküsü” olarak gören ekonomik naifliğine ve “AK Parti önceden demokrattı, şimdi değil” şeklinde dışavuran kuramsız siyasi yaklaşımına rağmen, Türk basınının yüz akıdır Ahmet Altan. Ahmet Altan sıradan bir yazar değildir çünkü. Türkiye’de -yanlış yaptıklarında- Başbakan’ı, Genelkurmay’ı ve PKK’yı aynı sert tonda eleştirebilen tek kişidir o. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin mevcut tek “cesuryüreği”dir. Bir blogcunun ifadesiyle, “Ahmet Altan ‘işine bak general’ dediğinde, İlker Başbuğ generaller ordusuyla ülkede 12 Eylül tandansı estiriyordu ve o cevabı vermek sıkıyordu; Başbakan’a ‘kof kabadayı’ dediğinde, Başbakan bu ülkedeki en güçlü adamdı.” Üçüncüsünü de ben ekleyeyim: Murat Karayılan’a “Sen kimsin?” diye efelendiğinde, PKK bir düzine özel korumayla gezen türkücüleri sokak ortasında alnından vuruyordu… Bu yönüyle, Ahmet Altan, Amerikalıların “speaking truth to power” (iktidara karşı hakikati söylemek) dedikleri ve Peygamber’in de “en büyük cihat” olarak nitelediği işi yapan “iki cihanda dert görmeyesi” bir adamdır…

Başbakan Erdoğan’ın Ahmet Altan’a dava açması birçok sebeple büyük bir yanlıştır. Öncelikle, Ahmet Altan’ın (ya da aynı hafta Başbakan’ın kendisine de dava açtığı Perihan Mağden’in) yazılarındaki ifadeler dünyanın geldiği noktada hakaret olarak değil “sert eleştiri” olarak addediliyor (ki bu yüzden zaten Altan mahkûm olsa bile AİHM’den dönecek bu karar). Tamam, Başbakanlarını Sodomize bir vaziyette çizebilecek kadar “özgür” olan Avrupalılar kadar Okumaya devam et

Araplar Erdoğan’ı Neden Seviyor? Stuart Mill’den bir Düzeltme

Başbakan Erdoğan (ve onun şahsı üzerinden Türkiye), Arap dünyasında bugün -Osmanlı halifelerini bile kıskandıracak derecede- bir popülariteye ve muhabbete sahip.  Arap dünyasında 19. yüzyıldaki “müstebit Türk” ve 20. yüzyıldaki “gavur Türk” imajlarının yerlerini “makbul Türk”e bırakması tarihin normalleşmesi ve “kardeşlerin” barışması açılarından son derece sevindirici bir gelişme. Ama ben bugün Arap/İslam dünyasında Başbakan Erdoğan’a duyulan muhabbetin Türkiye’de objektif değil ideolojik bir şekilde ele alındığını düşünüyorum. Türkiye’deki yaygın kanı Arapların Başbakan Erdoğan’ı demokratik, Müslüman, çoğulcu ve kalkınmacı olduğu için sevdiği yönünde. Mesela, Başbakan’ın danışmanlarından İbrahim Kalın’a göre, “Recep Tayyip Erdoğan, devrime ve halkın iradesine inanmış Arap halkları için, Weberyan manada bir “ideal tipi”, arkasından yürümek istedikleri lideri temsil ediyor: Sivil, demokratik, Müslüman, karizmatik, kararlı ve adaletle yöneten bir lider”. Profesör İhsan Dağı da benzer bir düşünceye sahip: “Erdoğan, demokrasiyi, milli iradeyi temsil ediyor; otokrat yönetimlere direnmeyi, ekonomik kalkınmadan ve refahtan pay istemeyi temsil ediyor. İslam’ın demokrasiyle, küreselleşmeyle, zenginleşmeyle çelişmediğini ifade ediyor”. Fakat Türkiye’de yaygın kabul gören “Araplar Erdoğan’ı İslam, demokrasi ve ekonomik refahı temsil ettiği için seviyor” görüşü maalesef ampirik destekten yoksun bir yaklaşım; bu yüzden de bir veri olmaktan çok bir “temenni”. Bu yaklaşımın -şimdilik- gerçekliği olmayan bir “temenni” olduğunu görebilmek için biraz gerilere gitmek gerekiyor sanırım. Okumaya devam et

Talihsiz bir dış politika hedefi olarak İsrail’in burnunu sürtmek

İsrail’in alışageldiğimiz saldırgan politikalarının bir uzantısı olan Mavi Marmara saldırısı sonrasında, Türkiye’nin “özür + tazminat” politikasında, İsrail’in de özür dilememe konusunda diretmesi (ve iki devletin arasını bulmaya çalışan BM raporunun da Türkiye’yi tatmin etmemesi) ile Türkiye İsrail’e yönelik sert bir yaptırım uygulama kararı aldı ve Türk-İsrail ilişkileri son 25 yılın en alt seviyesine indi. Bu noktada ben işler niye/nasıl bu noktaya geldi diye sormamız gerektiğini düşünüyorum. Bunu yaparken de, İsrail’in “şımarıklığı” ve BM Raporu’nun yanlılığı kadar Türkiye’nin “özür + tazminat” politikasının gerçekçiliğini ve nihai hedefini de sorgulamamız gerekiyor bence. Çünkü buradaki hedef Filistin meselesini sahiplenerek ve İsrail’in burnunu sürterek Türkiye’nin Ortadoğu’daki pozisyonunu güçlendirmek ise Türkiye belki istediğini elde edebilir. Fakat hedef İsrail’e yanlışını kabul ettirmek ve nihai olarak da Gazze ablukasına son vermek ise Türkiye’nin bu politikasının hedefine ulaşması oldukça güç; çünkü “özür + tazminat” (ya da yaptırımlar sonrasındaki haliyle “özür + tazminat + seyrüsefer garantörlüğü  + Uluslararası Adalet Divanı”) parametrelerine dayanan bir politika gerçekçi de değil tutarlı da.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki uluslararası ilişkilerde Okumaya devam et