Kapitalizm ve Teori: (Neo)Liberalizmin bilimsel sefaleti

Önceki yazımda kapitalizmin “serbest piyasa” ekonomisi, anti-kapitalizmin de “piyasa düşmanlığı” olmadığını ortaya koymaya çalışmıştım. Kapitalizmin savunucuları, kapitalizmi “serbest piyasa” olarak sunarken yanıldıkları (ve yanılttıkları) gibi, “serbest piyasa”yı en iyi model olarak sunarken de yanılıyorlar (ve yanıltıyorlar). Serbest piyasayı savunanlar, argümanlarını devletin piyasada minimal varlığını savunan (neo)liberal teoriye dayandırırlar. (Neo)liberalizmin ise, varsayımlar dünyası dışında, hiçbir bilimsel desteği yoktur. Bu yazıda iki temel madde üzerinden (neo)liberalizmin bilimsel sefaletini ele alacağım:

1) Serbest Ticaret: (Neo)Liberalizm devletin ticarete müdahale etmesini yanlış bulur ve korumacılık (protectionism) yapan devletlerin ekonomik olarak geri kalacaklarını iddia eder. Bir Türk liberalin ifadesiyle: “Tarih şahittir ki, en çok korumacı ülkeler en fakir ülkeler haline gelmiştir”. Hâlbuki tarihsel gerçeklik bunun tam tersini gösterir. (İngiltere’den Amerika’ya, Almanya’dan Japonya’ya, Güney Kore’den Tayvan’a, Hindistan’dan Çin’e) son 300 yılın en hızlı büyüyen ekonomileri, en hızlı büyüdükleri dönemde, aynı zamanda dünyanın en korumacı ülkesi (ya da ülkelerinden biri) olmuşlardır. Sanayileşen ilk ülke olan İngiltere, ancak dünya ekonomisine hakim olduğunu hissettikten sonra -1846 yılında meşhur Mısır Kanunu’nu lağvederek- ilk ciddi liberalleşme hamlesini gerçekleştirmiştir. 19. yüzyılın en korumacı devleti (ve aynı zamanda en hızlı büyüyen devleti) ABD’dir; ve ABD kısa bir sürede İngiltere’nin önüne geçmesini kapılarını Avrupa’nın -özellikle de İngiltere’nin- ucuz endüstriyel ürünlerine kapatmasına borçludur. (Öyle ki, korumacılığın fikir babalarından biri ABD’nin ilk Hazine Bakanı Alexander Hamilton’dır). Japonya ilk endüstriyel kalkınmasını Amerikan pazarı olmayı reddederek korumacı politikalar izlemesine borçludur. İkinci Dünya Savaşı sonrasının “Asya Kaplanları” da “ekonomik mucizelerini” serbest ticaretle değil, ticari korumacılığı da içeren kapsamlı bir planlı ekonomiyle gerçekleştirmişlerdir. Geniş çaplı toprak reformları; bankaların devlet tekeline alınması; küçük işletmelerin devlet eliyle büyük firmalara dönüştürülmesi; ayakkabı, araba, gemi yapımı, kimyasal maddeler ve yarı iletkenler gibi önemli sektörlerin sübvanse edilmesi 70’li ve 80’li yıllarda Tayvan ve Güney Kore ekonomilerinde hâkim uygulamalardı. (İlginçtir, bizim burjuvazimizin önde gelenleri de Türkiye’nin endüstriyel geri kalmışlığını devlet stratejisizliğine ve piyasanın “fazla aktörlülüğüne” bağlamıştır. –Ek not: Güney Kore ve Türkiye’nin kalkınma stratejilerinin ve politikalarının enfes bir kıyası için bkz: David Waldner, State Building and Late Development-). Son olarak, son yirmi yılın en hızlı büyüyen Asya ekonomileri (Çin, Hindistan ve Vietnam) birkaç yıl öncesine kadar dünya ortalamasının çok üstünde gümrük vergilerine ve diğer korumacı önlemlere sahipti.

Bu tarihsel gerçekliğin ortaya koyduğu veri şudur: Ticaretsiz kalkınan bir ekonomi olmadığı gibi, (küçük şehir devletleri dışında) serbest ticaretle kalkınan bir ekonomi de yoktur. Batı’nın ve Asya’nın sanayileşmiş tüm ekonomileri, sanayileşmelerini müdahaleci bir devlet ve planlı bir ekonomi ile gerçekleştirdiler. (Bairoch’un ifadesiyle, Batı’nın ekonomik kalkınmasında, korumacılık norm, serbest ticaret istisna idi). Ticaretin serbestleşmesi, bu ülkelerdeki ekonomik gelişme belli bir yeterliliğe ulaştıktan sonra ve tedrici olarak gerçekleşmiştir. Rodrik’in ifadesiyle, “gümrük vergileri ve ekonomik kalkınma arasındaki tek sistematik ilişki ülkelerin zenginleştikçe ticaretin önündeki engelleri kaldırmalarıdır.” (Neo)Liberaller buradaki sebep-sonuç ilişkisinde feci şekilde yanılmaktadır.

2) Küçük devlet: “Serbest piyasa”nın etkinliğine inanan (neo)liberalizm, devletin sadece dış ticaretten değil, ülke içindeki hemen tüm ekonomik aktivitelerden el çekmesini ve mümkün olduğunca ufalmasını savunur. (Neo)Liberalizm’de devlet, küçüklüğü oranında makbul, etkin ve iyidir. Yayla’nın ifadesiyle, “bugün ne kadar büyük bir devlete sahip olursanız, o kadar kötüye gidiyorsunuz.” Fakat aynen “serbest ticaret” konusunda olduğu gibi, “küçük devlet” konusunda da (neo)liberallerin argümanları amprik destekten yoksundur. Öncelikle, devletin ekonomik küçüklüğü ile refah seviyesi arasında genel-geçer bir pozitif ilişki bulunmamaktadır (Bkz: Grafik 1). Bilakis, mevcut görüntü negatif bir ilişkinin varlığına işaret etmektedir. (Bu negatif ilişki Sahra-altı Afrika ülkelerinin özelinde de geçerlidir. Grafik için tıklayın).

Grafik 1: Devletlerin ekonomik küçüklüğü ile Kişi başı gelir ilişkisi (2011)

Dahası, bugün Batı ülkeleri arasında eğitim ve sağlık gibi önemli alanlarda en önde olan ülkeler, devletin bu alanlarda en aktif olduğu ülkelerdir. Özellikle sağlık alanında piyasacı ABD ile devletçi Avrupa ülkelerinin kıyaslanması oldukça öğreticidir. Amerika’da sağlık alanındaki sosyal güvenlik hizmetleri büyük oranda özel şirketlerin elindeyken, Avrupa ülkelerinde devlet sağlık alanında birinci aktördür ve tüm vatandaşları kapsayan bir sağlık sigortası sunmaktadır (ABD’de ise yaklaşık her 6 kişiden birinin sağlık güvencesi yoktur). Buna rağmen(!), Avrupa’nın devletçi sağlık sistemi Amerika’nın piyasacı sağlık sisteminden hem daha ucuz hem de daha iyidir. (Bkz. Grafik 2 ve 3):

Grafik 2: Devletin toplam sağlık harcamalarındaki payı

Grafik 3: Yıllık kişi-başı sağlık harcamaları

Sağlık, eğitim, gelir adaleti, fakirlikle mücadele, çevre ve genel yaşam memnuniyeti gibi pek çok alanda Avrupa’nın ve dünyanın üst sıralarında bulunan İskandinav ülkeleri, “büyük devletin zararlılığını” öne süren piyasacı (neo)liberalizmin argümanlarının yanlışlığının en çıplak olarak görülebileceği ülkelerdir. İskandinav modeli (ya da literatürdeki adıyla “Nordic model”), piyasa ekonomisin pek çok yönünü içeren fakat aynı zamanda devletin ekonomik rolünün ve işçi örgütlülüğünün çok üst seviyelerde olduğu bir “sosyal devlet” (welfare state) modelidir. Bir başka deyişle, piyasa ekonomisiyle barışık Batı ülkelerinin en “yaşanabilir” ve “müreffeh” olanları, sosyalizme en çok yaklaşanlarıdır (zaten bu ülkelerin sistemine “İskandinav sosyalizmi” olarak da atıf yapılmaktadır). İskandinav modelinin gösterdiği bir diğer şey de, mülkiyet hakkı, şeffaflık ve toplumsal güven açısından güçlü olan “refah devletlerinin” sadece gelir adaleti, işçi hakları ve sağlık hizmetleri noktalarında değil, aynı zamanda -“liberal devletlerin” en fazla başarılı olduklarının iddia edildiği- ekonomik büyüme noktasında dahi daha daha başarılı olabildiğidir (Bkz. Grafik 5).

Grafik 4: ABD vs. İsveç

Grafik 5: Büyüme Oranları (1995-2004)

Daha ilginci, mekansal açıdan İskandinav ülkeleri için geçerli olan bu durum, zamansal açıdan dünya geneli için de geçerlidir. Dünya ekonomisi, daha kontrollü ve refahçı olduğu 1950-1980 arasında daha serbest ve büyümeci olduğu 1980 sonrası yıllara göre hem daha eşitlikçi idi hem de (asıl şaşırtıcı olan bu) daha hızlı büyüyordu (Bkz. Grafik 6). (Bu konunun detaylarını, hem serbest piyasanın kendisinin hem de serbest piyasaya atfedilen olumlu yönlerin bir “mit” olduğunu en somut biçimde ortaya koyan Koreli ekonomist Ha-joon Chang’in Sanayileşmenin Gizli Tarihi ve Kapitalizm Hakkında Size Söylenmeyen 23 Şey adlı eserlerine havale edeyim). Bu örneklerin dışında, 1990’larda neoliberal 2000’lerde ise yarı-sosyalist (yahut refah devletçi) ekonomik sistemlerle yönetilen Latin Amerika ülkelerinin (özellikle de Brezilya’nın) 1990’lar ve 2000’lerdeki ekonomik büyüme ve fakirlik performanslarının kıyaslanması da benzer sonuçlara götürmektedir bizleri. Latin Amerika’nın en büyük ekonomisi olan Brezilya’nın son 50 yıllık ekonomik performansı özellikle aydınlatıcıdır. Brezilya’nın kişi başı geliri, korumacı ve ithal ikameci bir politika izlediği 1960-80 arasında %140, refah devletçi bir politika izlediği 2002-2010 arasında %25 artmışken, (neo)liberal bir politika izlediği 1980-2000 arasında neredeyse yerinde saymıştır (gelir eşitsizliğinin, çevresel yıkımın ve finansal istikrarsızlığın artması da cabası!).

Grafik 6: Ortalama büyüme (Dünya): 1950-2008

Liberallerin ekonomik büyüme ile vergilerin azaltılması, sermaye hareketliliğinin serbestliği ve kemer-sıkma politikaları arasında kurdukları olumlu ilişkiler de bilimsel destekten mahrumdur. Zengin kesimlere yönelik düşük vergilendirmenin bir “istihdam yaratma”, “aşağı damlama” (trickle-down) ya da büyüme etkisinin olmadığı da, finansal serbestleşme ile ekonomik büyüme arasında olumlu bir ilişki olmadığı da, kriz dönemlerinde kemer-sıkma politikaları uygulamanın krizden çıkışı kolaylaştırmadığı da yeterince net olarak bilinmektedir bugün. Fakat uzatmamak için bu noktaların detaylarına girmiyorum.

(Neo)Liberalizm’in gerçeklikle ilişkisi bu kadar zayıf olmasına rağmen, komiktir, ekonomik liberaller Marxist/sol kesim için “güçlü teori, zayıf gerçeklik” ithamını yapıyorlar. Halbuki, bu durum çok daha vahim bir derecede (neo)liberalizm için geçerlidir. (Neo)liberalizmin neredeyse tüm hipotezleri yanlışlanmıştır. Bu yüzden de (neo)liberal ekonomik politikaların insanlara refah ve huzur getireceğine inanmak, (kendisi de bir sermayedar olan Nick Hanauer’in ifadesiyle) “dünyanın evrenin merkezinde olduğuna inanmak kadargericidir. Zira, Rodrik’in güzel benzetmesiyle, (neo)liberalizmin bilimle ilişkisi, astrolojinin astronomiyle ilişkisinden daha fazla değildir…

Netice itibariyle, gerek sanayileşmiş ülkelerin tarihsel pratiği, gerek genel amprik veriler, gerekse İskandinav ülkelerinin son yarım asırdaki tecrübesi göstermektedir ki; sanayileşme, büyüme, gelir dağılımı, sosyal güvence, fakirlikle mücadele, çevresel sürdürülebilirlik ve genel yaşam memnuniyeti açısından en iyi sonuçları üreten ekonomik model, piyasanın tamamen özel aktörlere bırakıldığı bir “serbest piyasa” ekonomisi değil, insanoğlunun tarihsel ve bilimsel tecrübesine dayalı ve ülkelerin spesifik ihtiyaçlarına bağlı olarak devletlerin piyasaya katıldığı ve düzen verdiği “karma ekonomi” modelidir. Bu “karma ekonomi” modeli sabit bir reçete içermemektedir. Zaten Paul Krugman, Dani Rodrik ve Joseph Stiglitz gibi politik-ekonominin önde gelen isimleri de 15 senedir “tek ekonomi, çok reçete” argümanını öne sürmektedir. Fakat reçetenin ne olduğu net olmamakla beraber, “serbest piyasa” olmadığı nettir…

8 comments on “Kapitalizm ve Teori: (Neo)Liberalizmin bilimsel sefaleti

  1. Geri bildirim: Paletleme Amirliği, 10 Haziran 2012 « Emrah Göker'in İstifhanesi

  2. Kanımca uzun vadede serbest ticaretten başka seçenek yoktur. Korumacılıkla uzun dönemde hiçbir ülke bir yere varamaz. Kore bile krizden sonra liberal politikalara yönelmiştir. avrupa’nın da kendine has sorunları vardır.Devletçi politikalar verimlilik, kişi başı GSMH gibi temel verilerde AB’nin ABD’nin arkasında nal toplamasına neden oluyor. Bir yabancıya soralım ABD de mi AB demi yaşamak ister ondan sonra karar verelim.

    Ticarete kapatarak ülkeyi Sabancı, Koç a, devlet kurumlarını siyasetçinin çiftliğine çevrilmesini istemem. Herkes rekabet etmesini öğrensin artık. Devlet versin birileri yesin.

    Yaşasın serbest ekonomi.

  3. Hyundai ve Samsung cok buyuk kuresel firmalar olmalarinin yaninda kuresel deger zincirinde yer edinebilmis firmalardir.Bu firmalar kendilerine taninan korumacilik kalkani ellerinden geldigince iyi degerlendirmislerdir ve keisnlikle basarili olmuslardir.

    Bu sisteminde kendine gore riskleri vardir. En onemlisi elbette yolsuzluk. Size onunla alkali linkler vermicem corruption hyunadai ve samsung yazarsaniz yeterince gorursunuz google da. Siyasilerle bu buyuk ailelerin arasindaki iliskiyi de bir inceleyin. Ayria Benim kendi bir arastirmamda korenin rekabetci oldugu denizcilik sektorunde reel ucretlerin cok dusuk olmasi beni sasirtmisti. elbette birileri diyet odemek zorunda o da koreli isciler galiba.Bu buyuk firmalar kore de kucuk firmlari eziyor her sekilde ve ulkenin gelecegi acisindan risk tasiyor. Eger bunlardan birisi tokezlerse bakiniz nokia ulke bundan ciddi sekilde etkilenebilir.

    Kore`nin son yilalrdaki kalkinma planlarina bakarsaniz. Liberal dusuncenin ne kadar baskin oldugunu gorursunuz. amerika japon araba ureticilerine baski yapmazken korelilere yapti ve ticari anlasma yapti ve onlara cesitli amerikan urunlerine tarifeleri indirmlerini emretti. Yani bu oyunu oynarken akilli olmak gerekiyor. Direk kapatiyorum derseniz maliyetlerini hesap edeceksiniz. Bence sadece savunma yaparak bir mac kazanamazsiniz hele Turkiye hic kazanamaz hucum yapip acilmali bazi urunlerde sektorlerde gol yesek bile yeni pazarlar ve urunlerle telafi etmesini bilmeliyiz.

    Dedigim gibi ticaret rejimi akilli sekilde serbestlestirilmeli, koruyalim ddiginiz zaman bu uzerine birsey insa etmeniz lazim. arastirma gelistirme rekabetcilik vs. kapatalim tuketmeyelim derseniz sonuc alinmaz.

    Chang, Stiglitz, Rodrik hepsi sevilen sayilan insanlar.saygim sonsuz. Lisans da cok okuma firsatim oldu donem odevim nedeniyle. Ama beni tatmin etmediler acikcasi.

    AB ve ABD karsilastirmasi ise gercekten goreceli AB de yasadigimi icin belki en kucuk sorunda milliyetcilik damarlarinin kabarmasi beni sinir etmisti. Isvec de yabanci ogrencilerden tuition fee alinmasi bile bence ayrimcilik. http://www.studyinsweden.se/Home/News-archive/2010/Tuition-fees-from-2011/
    tabii bu ekonomiler gercekten ozelinde degerlendirilmesi gerekir. ingiltere nin sorunlari ve guclu oldugu seyler isvec den farki almanya ve ispanya nin kendine has sorunlari ve avntajlari var.

    Ama ben yine de amerikan ekonomisin daha yenilikci dinamik ve rekabetci oldugunu dusunuyorum. En azindan Amerika AB den cok daha guclu bir ekonomik yapiya sahip(almanyadan bile daha guclu).

    Orta derecede Fransizca bilsem bile ben yine de Fransayi tercih etmem.belki de. Yabancilara, diger inanclardan olanlara beni en cok yaralayan da Romenlere karsi tavirlari. Dil elbette belirleyici burda.

  4. Son kez sunları da belırteyım karsı goruslerı de kesınlıkle okumanız gerekıyor. Istersenız referanslar verebılırım. Ama en azından ogrencılerınız resmın tamamını görmelerı ve daha derın dusuncelere sahıp olabılımelerı acısından faydalı olabılır. Sadece ıdeolojı kısmında kalmadan ypılan bılımsel ve teknık degerlendırmeler onların sorgulamasına ve kendı fıkırlerını olusturabılmesıne yardımcı olabılır.

    bır dıger nokta Hans ve Jun-suh yaptı bızde aynısından yaparız. Herkesın bır yogurt yıyısı var. Ve cok farklı degısken var. O zaman bana sorsanız hemen Turkıye ye alman anayasasını getırsınler ama ne yazık kı olmaz o burada bu cografya da calısmaz. Herkesın kendıne has kosulları var. sukurler olsun artık Turk ıktısatcılar Kore ıle turkıye yı karsılastırmayı bıraktılar sonra Ispanya dedıler. Sureklı bırıyle kendımızı karsılastırmayalım. evet ınceleyelım uygulanabılır ve basarılı polıtıları deneyelım. ama onlar ne yaptıysa bız de yapalım demek hıc mantıklı degıl bence. Ab bile ABD yı kopyalayamıyor. Japonya kendı sıstemını yarattı. Kore Japonya ya daha benzer. Singapur ve Tayvan onlardan farklı. Cın bambaska bir sekılde hareket ediyor. Komunıst diyorsunuz kımı yerlerde senden benden daha serbest. Fıkır ozgurluguna gelınce tın.

    calısmalarınızda kolay gelsın.

    • Ahmet Bey,
      Değerli ve detaylı katkınız için çok teşekkür ederim.
      Ne ben ne de adını andığım kişiler korumacılığı mutlak ve ebedi olarak savunmuyor. Stratejik ve geçici bir araç korumacılık. Ve tarihsel pratik bu aracın hayati olduğunu gösteriyor. İlginçtir, liberalizmin babası Adam Smith de meşhur Milletlerin Zenginliği adlı eserinde geriden gelen ülkelerin liberalleşmeyi “ağır hamlelerle ve ihtiyatı asla elden bırakmadan” (“…by slow gradations and with a good deal of reserve and circumspection”) gerçekleştirmelerini tavsiye etmektedir.

      Kore’nin ekonomik modelini idealize etmiyorum. Sadece tarihsel bir örnek olarak Kore’nin planlı bir ekonomiyle sanayileştiğinin altını çiziyorum. Kapitalizm eşitsiz bir büyüme modelidir ve Kore ve Tayvan’da yakın zamanlara kadar işçi ücretleri feci şekilde düşüktü. Askeri rejimlerle yönetilmeleri bu “bedelin” siyasal maliyetinin olmamasını mümkün kılmıştı.

      Amerikan ticari rejimi kesinlikle Avrupa’dan daha rekabetçi değil; ve bahsettiğiniz büyük firma küçük firma olumsuz ilişkileri Amerika’da çok daha fazla ve görünür bir şekilde cereyan ediyor. En azından daha yakından ilgilendiğim gıda alanında Monsanto, Cargil, Tyson gibi firmaların küçük çiftçi ve üreticilere “devletin yardımıyla” nasıl kan kusturduğunu biliyorum (Bu konuda, The World According to Monsanto; Food Inc. ve Farmageddon belgesellerine bakabilirsiniz).

      Tuition meselesinde İsveç’in yabancı öğrencilere yönelik yeni uygulaması daha büyük bir boyutta ABD’de yıllardır mevcut. Doktoram sırasında ben dönemlik 9000 dolar tuition öderken Amerikalı resident’lar 3000 ödüyordu.

      ABD Avrupa’nın geneline göre (İsveç’ten değil ama) hem göçmenlik hem de tolerans noktasında daha üstün; bunun da tarihsel bir altyapısı var. Bunu teslim etmek gerekiyor; fakat bu durum bu yazıdaki ekonomik analizle çok ilgili değil bence.

      Fransa’da yaşamamak konusundaki kişisel tercihinize saygı duyuyorum. Ama bu konuda kişisel değil genel eğilimlere bakmak lazım. Araplar şöyle düşünüyor mesela: https://fekmekci.files.wordpress.com/2012/06/apo2011.jpg

      Son olarak, ben bir ekonomik modelin sadece üretim ve rekabet üzerinden değil, bir bütünsellik içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bugün Batı dünyasında en eşitsiz, en yüksek fakirlik oranına sahip ve çevreyi (kişi başı) en fazla kirleten ekonomidir ABD.

      Tabiî ki farklı düşüncelere açığım. Okurlarımın okumasının faydalı olacağını düşündüğünüz kitap ve makalelerin linklerini buradan paylaşabilirsiniz.

      Tekrar katkınız için teşekkür ederim. Selamlar,

  5. Amerikan ticaret rejimi değil amerikan ekonomisi daha rekabetçi ve yenilikçi. on yıllık firmalar yüzyıllık firmaları yerle bir edip tarih sahnesinden silebiliyor. Bugun bana Siemens i koltugundan edebilecek bir firma söyleyemezsiniz. cünkü Alman devleti yanı basında tüm gezilerinde bu firmların yöneticilerini götürür ve işbirliği içerisinde yollarına devam ederler.

    Burda ABD AB yi döver diye bir savım yok. Ekonomik sistemelerini işime yaradığı kullancak da değilim. amerika daki yoksulluk ve eşitsizlik elbette eleştirilebilir. Fortune 500 listesindeki kaç şirketin göçmenler tarafından kurulduğuna bakarsanız yabancı firkrinin ne kadar önemli olduığunu anlarsınız. almanya da size sadece döner dükkanı açtırılar.

    Umarım türkiye daha refah, mutlu, eşitlikçi, demokratik, özgürlükçü, barışçı, rekabetçi ve yenilikçi bir yapıya kavuşur. Bunu ister serbest ticaret ister korumalı yapsın. yeterki benim paramı kimseye peşkeş çekmesin, ne siyasetçi, ne bürokrat ne iş adamı ne sendika ağası ne de toprak ağasına ne de kendini ulvi insan gören ve yüksek maaş isteyen memurlara(asgari ücretle yaşayan milyonları unutup). Sonuçta Herkes bu ülke için çalıştığınca alsın.

    Son söz olarak Tofaş, Renault u Ford u koruma (yıllardır kendı modelını uretemeyen kan emiciler, tabut yapıcılar), kaçak işçi çalıştırıp işçilerin emeğini sömürüp parayı vurup yurtdışına kaçan kendini sanayici zanneden tekstilci bozuntusunu koruma, dünya da en düşük klasman ürün üreten Arçelik, vestel i koruma. bankacılık adı altında tefecilik yapan dışarıda bir tane şubesi olmayan kriz gelsinde tongayı vuralım diyen bankacı bozuntularını koruma. Koruyacaksan stratejik, gelecek vaad eden, ülkeye değer katacak adamı koru. Siz zannediyor musunuz sonraki koruyacaklar. hayır yine baştakiler faydalanacak. dünya da bu iş böyle oluyor. Amerika daki büyük firmları gördüğünüz gibi.

    size de değerli fikirlerniz için çok teşekkür ederim.

Yorum bırakın