İsrail, Gazze ve Terör: Düşünce Notları (2)

13. Farklı bir küresel güç dağılımda, kuvvet kullanımı Filistinlilerin özgürleşmesine hizmet edebilirdi. Ama İsrail’in asimetrik nükleer gücü, Amerika’nın küresel hegemonyası ve “İsrail lobisi”nin ABD siyasetindeki etkisi, bu ihtimali seçenek dışı bırakmaktadır. Hizbullah’ın Lübnan’da yaptığı “defansif silahlı direniş”e benzer olanlar hariç, İsrail’e yönelik tüm diğer kuvvet kullanımları Filistinlilere daha fazla kan ve baskı getirir sadece.

14. Hesabı verilmeyen güç, her zaman sahibini yozlaştırır. İsrail’in hırçınlığının en önemli sebeplerinden biri de, dünyanın tek süper gücü konumunda bulunan ABD’nin malum sebeplerle uzun zamandır İsrail’in saldırılarına bir diplomatik zırh sağlayarak İsrail’in günahlarının hesaba çekilmesini engellemesidir. Ve İsrail saldırılarını “nefs-i müdafaa” olarak yansıtabildiği sürece de bu durum değişmeyecektir. Filistinliler’in stratejik hatası, sivillere yönelik eylemlerinin İsrail’i Batı’da “mağdur” pozisyonuna düşürerek, İsrail’in saldırganlıklarını “nefs-i müdafaa” ve “terörle mücadele” kılıflarına sokmasına yardım etmek olmuştur.

15. Devletler için, vatandaşlarını saldırgan politikalara ikna etmenin en kısa ve etkili yolu, onları “terör” ve “isyan” ile korkutmaktır. Yapılan mücadelenin “teröre karşı” ve “vatanın bekası için” olduğuna inandırılan kitleler, devletlerinin en şiddetli hamlelerini dahi onaylamaktan geri durmazlar. Aslında, yakın Türkiye tarihi de bizlere bunu gösteren örneklerle doludur. Örneğin, Dersim tenkil harekatı, 10,000’in üzerinde sivilin hunharca öldürüldüğü bir katliamdır. Buna rağmen, Türklerin yarısı, bu harekatın bir “isyan”a tepki olarak yapıldığına inandırıldıkları için, bu katliamı “özür dilenmesi gereken” bir olay olarak dahi görmezler. Çoğunluğu Filistinlilerle barışa hazır olan İsrail halkını devletlerinin katliamlarına destek vermeye iten şey de aynı “yanlış bilinçlenme”dir. Tam da bu yüzden, Filistinliler, İsrail’in saldırılarını “terörle mücadele” kılıfına sokacak tüm şiddet eylemlerinden uzak durmalıdır. Okumaya devam et

İsrail, Gazze ve Terör: Düşünce Notları

1) İsrail devleti; işgalini, kaynak hırsızlığını ve askeri endüstrisini devam ettirmek ve meşrulaştırmak için “Filistin terörü”ne muhtaçtır. Bunun için de sürekli ve kontrollü bir şekilde Filistinlileri İsrailli sivillere yönelik şiddet eylemleri yapmaya kışkırtacaktır. Finkelstein’ın deyimiyle, Filistinlilerin tüm “barış ataklarını” (peace offensive) boşa çıkarmak için de elinden geleni yapmaktadır.

2) İsrail’in hırçın politikalarının temel besleyicisi, ideoloji ya da din değil, bu politikaların Amerikan ve İsrail halkı arasında sahip olduğu destektir. Filistin sorununun çözümü, İsrail’in yanlışlarından çok, başta Filistinliler olmak üzere biz Müslümanlar’ın bu yanlışlarla hangi ilke ve araçlarla mücadele edeceğimizle ilgilidir. Yanlış araçlar, Filistinlileri hem Amerikan hem de İsrail halkının gözünde ‘yanlış taraf’ olmaya mahkûm etmektedir.

3) Terör, ahlaken olduğu kadar stratejik olarak da yanlıştır. Hamas’ın siviller üzerine gönderdiği füzeler, İsrail’in saldırılarına meşruiyet kazandırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

4) İsrail’i kınarken Hamasın sivil bölgelere onlarca füze atmasını es geçen Türkiye, hem Filistin sorununda hem de Kürt sorununda zemin kaybeder. “Sivillere yönelik siyasal amaçlı şiddet” her yerde terördür. Ve Türkiye’nin terör kavramını sulandırmasının ne Türkiye’ye ne de dostlarına bir faydası yoktur.

5) İsrail’in Filistinlilere yaşattığı, istisnai bir zulüm değil, modern ulus-devletin trajik hikayesinin güncel ve konsantre bir versiyonudur. İsrail’in işleyip de Türkiye’nin (ya da herhangi bir ulus-devletin) işlemediği hiçbir günah yoktur. İsrail’in günahlarını aşırı vurgulamak, bizi sahte ve tehlikeli bir adalet anlayışa götürmektedir. Okumaya devam et

İsrailleşiyor Türkiye, fark eden yok!

İnsansız hava uçakları, operasyon kazaları, F-16 bombaları değil, kerameti kendinden menkul “açık öğretimden güvenlikçi” uzmanların “Yeni Türkiye’nin yeni mimarisinin yeni terörle mücadele konseptinin yeni bilmemnesi” diye pohpohladıkları mücadele yöntemi öldürdü bu 35 canı. Operasyonları önceleyip özgürlükleri ve siyasal alanın açılmasını öteleyen ve bu yönüyle de 90’lardaki terörle mücadele konseptinin “yeni şişelerde” sunulması olan bu mücadele yönteminin kaçınılmaz bir sonucudur bu ölümler. Bu “yepeski” yöntemin bir ateşkesi gayrimümkünleştirmesinin sonucudur bu ölümler. Tuttuğunu KCKlı, kıpırdayanı da hedef addeden “yeni” politikanın organik sonucudur bu katliam. Türkiye İsrailleşiyor, fark eden yok!

İsrail bir coğrafya değil, bir zihniyettir. Ve bu zihniyetin ayırt edici özellikleri vardır. İsrail zihniyeti…

Düşman 1 sivil öldürdüğünde tozu dumana katıp kendi düzine cinayetlerine hep bir güvenlik kılıfı bulmaktır

Her sivil katliamın arkasından pişkin pişkin “Hamas sivilleri kalkan olarak kullanıyor, ne yapalım?!” demektir… 35 canı alıp, kadrolu devlet-televizyonu-uzmanlarına “PKK sivilleri yem olarak kullanıyordedirtmektir…  Okumaya devam et

Araplar Erdoğan’ı Neden Seviyor? Stuart Mill’den bir Düzeltme

Başbakan Erdoğan (ve onun şahsı üzerinden Türkiye), Arap dünyasında bugün -Osmanlı halifelerini bile kıskandıracak derecede- bir popülariteye ve muhabbete sahip.  Arap dünyasında 19. yüzyıldaki “müstebit Türk” ve 20. yüzyıldaki “gavur Türk” imajlarının yerlerini “makbul Türk”e bırakması tarihin normalleşmesi ve “kardeşlerin” barışması açılarından son derece sevindirici bir gelişme. Ama ben bugün Arap/İslam dünyasında Başbakan Erdoğan’a duyulan muhabbetin Türkiye’de objektif değil ideolojik bir şekilde ele alındığını düşünüyorum. Türkiye’deki yaygın kanı Arapların Başbakan Erdoğan’ı demokratik, Müslüman, çoğulcu ve kalkınmacı olduğu için sevdiği yönünde. Mesela, Başbakan’ın danışmanlarından İbrahim Kalın’a göre, “Recep Tayyip Erdoğan, devrime ve halkın iradesine inanmış Arap halkları için, Weberyan manada bir “ideal tipi”, arkasından yürümek istedikleri lideri temsil ediyor: Sivil, demokratik, Müslüman, karizmatik, kararlı ve adaletle yöneten bir lider”. Profesör İhsan Dağı da benzer bir düşünceye sahip: “Erdoğan, demokrasiyi, milli iradeyi temsil ediyor; otokrat yönetimlere direnmeyi, ekonomik kalkınmadan ve refahtan pay istemeyi temsil ediyor. İslam’ın demokrasiyle, küreselleşmeyle, zenginleşmeyle çelişmediğini ifade ediyor”. Fakat Türkiye’de yaygın kabul gören “Araplar Erdoğan’ı İslam, demokrasi ve ekonomik refahı temsil ettiği için seviyor” görüşü maalesef ampirik destekten yoksun bir yaklaşım; bu yüzden de bir veri olmaktan çok bir “temenni”. Bu yaklaşımın -şimdilik- gerçekliği olmayan bir “temenni” olduğunu görebilmek için biraz gerilere gitmek gerekiyor sanırım. Okumaya devam et

Bir Maske olarak Uluslararası Hukuk

Geçen haftaki yazımda hükümetin “özür + tazminat + seyrüsefer + UAD” politikasının ne İsrail’e yanlışını kabul ettirme ne de Gazze üzerindeki ablukayı hafifletme konusunda gerçekçi ve tutarlı olmayan bir politika olduğu ileri sürmüş ve işin Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) bakan yönünü bu haftaya bırakmıştım. Bir kısım medyanın “Hukukçular ilk hedefiniz Lahey’dir!” kararlılığıyla propagandasını yaptığı Gazze ablukasını Uluslararası Adalet Divanı’na taşıma da maalesef gerçekçi olmayan ve büyük çelişkiler içeren bir politikadır. İşin gerçekçi olmama yanını pek çok yetkin isim ele aldığı için ben kısaca özet geçeyim: UAD’den İsrail aleyhine “bağlayıcı” bir karar çıkarma yolu kapalı, “tavsiye” karar çıkarabilme yolu açık ama çok zor. BM Genel Kurulu’nun çoğunluğunu ikna etmek gerekiyor. Diyelim eninde sonunda konu UAD’nin önüne geldi, mahkemenin kararının siyasi olmayacağının garantisi yok. AİHM’nin bu sene verdiği “sınıflarda haç bulundurma” kararına ya da UAD’nin Kosova’nın bağımsızlığına yönelik tavsiye kararında olumsuz oy kullanan yargıçların hangi devletlerin vatandaşları olduklarına bakarsanız,  yargıçların Olimpus Dağı’ndan adalet dağıtan tanrıçalar, hukuki kararların da ölçüsü şaşmaz teraziler olmadığını görebilirsiniz. Yani tavsiye kararının İsrail’in lehine çıkma ihtimali yabana atılmaması gereken bir ihtimaldir. Dahası, Okumaya devam et

Talihsiz bir dış politika hedefi olarak İsrail’in burnunu sürtmek

İsrail’in alışageldiğimiz saldırgan politikalarının bir uzantısı olan Mavi Marmara saldırısı sonrasında, Türkiye’nin “özür + tazminat” politikasında, İsrail’in de özür dilememe konusunda diretmesi (ve iki devletin arasını bulmaya çalışan BM raporunun da Türkiye’yi tatmin etmemesi) ile Türkiye İsrail’e yönelik sert bir yaptırım uygulama kararı aldı ve Türk-İsrail ilişkileri son 25 yılın en alt seviyesine indi. Bu noktada ben işler niye/nasıl bu noktaya geldi diye sormamız gerektiğini düşünüyorum. Bunu yaparken de, İsrail’in “şımarıklığı” ve BM Raporu’nun yanlılığı kadar Türkiye’nin “özür + tazminat” politikasının gerçekçiliğini ve nihai hedefini de sorgulamamız gerekiyor bence. Çünkü buradaki hedef Filistin meselesini sahiplenerek ve İsrail’in burnunu sürterek Türkiye’nin Ortadoğu’daki pozisyonunu güçlendirmek ise Türkiye belki istediğini elde edebilir. Fakat hedef İsrail’e yanlışını kabul ettirmek ve nihai olarak da Gazze ablukasına son vermek ise Türkiye’nin bu politikasının hedefine ulaşması oldukça güç; çünkü “özür + tazminat” (ya da yaptırımlar sonrasındaki haliyle “özür + tazminat + seyrüsefer garantörlüğü  + Uluslararası Adalet Divanı”) parametrelerine dayanan bir politika gerçekçi de değil tutarlı da.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki uluslararası ilişkilerde Okumaya devam et

Refah’a Refakat Etmeli

Gazze ve Mısır arasındaki Refah kapısı nihayet temelli olarak açıldı. Rejimin bekası için Amerikan desteğine duyulan ihtiyaç ile İsrail’in askeri üstünlüğü karşısındaki ürkekliğin zorunlu kıldığı Reelpolitik’in Mısır’ın alnına sürdüğü bir leke de böylece silinmiş oldu. Ve 2007’den bu yana adeta bir açık hava hapishanesinde yaşamaya mahkûm edilen Gazze halkı nihayet nefes almaya başladı. Fakat İsrail-Filistin-Mısır üçgenindeki denge bir hayli kırılgan; bu yüzden Refah kapısının açık kalmaya devam etmesi başta Filistinliler olmak üzere tüm Müslümanların hissî ve toptancı değil ihtiyatlı ve uzun vadeyi göze alan politikalar izlemesine bağlı. Okumaya devam et

“Nakba” ya da ulus-devletin aslî günahı

1948, Filistin dramının resmen başladığı yıl. Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurmak için gerekli demografik üstünlüğe sahip olmayan İsrail, Arapları bugünkü İsrail topraklarından atmak için fırsat kolluyordu. İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesi üzerine başlayan Yahudi-Arap savaşında 700 binden fazla Filistinli mallarını geride bırakarak topraklarını terk etmek zorunda bırakıldı. İsrail bu Filistinlilerin mallarına ve topraklarına el koyduğu gibi onları ve -bugün sayıları 5 milyonu aşan- nesillerini terk ettikleri topraklara geri kabul etmedi. Kitlesel Filistin dramının başlangıcı olan bu “göç” Filistin anlatısında “Nakba” (felaket) olarak anılıyor. Filistinliler her yıl 15 Mayıs’ta Nakba’yı anıyorlar.

Ne İsrail’in “Arap sorunu”  ne de İsraillilerin Filistin toprakları üzerindeki planları Okumaya devam et