Abi Yazmış; ama Biz Onu da Okumamışız!

Başımıza gelen tüm belaları bir şekilde sınır dışındaki “şeytan(laştırılmış)” güçlere havale edip kendi sanal temizliğimizin konforuyla yaşamaktan zevk alıyoruz. Ama bu zihni konforun ciddi bir bedeli var: yaşadığımız dünyanın “yalan” ve “karanlık” bir hal alması…

İki sene evvel, Arap isyanlarını Batı’nın çok önceden kurguladığı bir proje olarak lanse etmeyi hedefleyen gruplar, eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın 2003 yılında yazdığı bir yazıyı çarpıtarak “Ortadoğu’da 22 ülkenin parçalanması” mitini üretmiş ve ben de bu miti “Abla Yazmış… ama Biz Okumamışız!” adlı yazımda eleştirmiş ve düzeltmiştim. Suriye iç savaşı sonrasında da eski CIA görevlisi Robert Baer’in 2008 yılında yazdığı The Devil We Know: Dealing with the New Iranian Superpower kitabı üzerinden benzer bir çarpıtma yaşanıyor. Daha önce Cumhuriyet’ten Nilgün Cerrahoğlu’nun yaptığı bu çarpıtmayı Reyhanlı saldırısı sonrasında Zaman’dan Hüseyin Gülerce de köşesine taşıdı. Güya Baer kitabında şu kan dondurucu tavsiyeyi yapmış:

Yeni Ortadoğu’yu kurabilmenin tek yolu bölgede geniş çaplı bir ‘Şii-Sünni iç savaşı’ tetiklemekten geçiyor. Niye biz (Amerikalılar!) ölelim ki? Bırakalım Müslümanlar kendi aralarında birbirlerini öldürsünler!

Yukarıdaki ifadeler tamamen çarpıtma. Baer, kitabın sonunda yaptığı değerlendirmede ABD’nin yükselen bir İran karşısında izleyebileceği üç yolun olduğunu söyler. 1) Çevreleme (Contain). Baer bu yolun uzun, maliyetli ve ters tepebilecek bir yol olduğunu düşünür. 2) Sünni-Şii iç savaşını körükleme (Provoke a Sunni-Shia civil war). Baer, “Müslümanların bizi değil birbirlerini öldürdüğü bir Mad Max seçeneği” (The Mad Max option is to provoke Muslims to kill one another rather than us) olarak tanımladığı bu yolu da tüm bölgeyi öngörülemez bir istikrarsızlığa itebileceğinden dolayı tasvip etmez. Okumaya devam et

Entelektüel ve Eleştiri (1): Edward Said’den bir Giriş

Bu ve bir sonraki yazımda tematik değil metodik bir konu üzerinde duracağım. Yazılarımda ve konuşmalarımda ABD’nin, İsrail’in, İran’ın, PKK’nın (…) yanlışlarından ziyade Türkiye’nin, AKP’nin, Müslümanların, Hamas’ın (…) yanlışlarını vurgulamayı daha doğru buluyorum. Bu tercihimden dolayı epey bir eleştiri alıyorum ve hatta yer yer Türkiye-düşmanı, İsrail-muhibbi, Kürtçü, terör-sempatizanı gibi anlamsız yaftalamalara muhatap oluyorum. Duruşumu ve düşüncelerimi netleştirmek için, “Bir entelektüelin toplumsal görevi nedir?” ve “Bir Müslüman&Türk entelektüelin eleştirileri neye odaklanmalıdır?” sorularına kendimce cevap vereceğim “Entelektüel ve Eleştiri” başlıklı bir yazı yazmak istiyordum uzun zamandır. Açlık grevleri ve Gazze çatışması sonrasındaki tepkiler bu yazıyı öne almama sebep oldu. Yazımı iki parça halinde yayınlayacağım. Bu hafta, 20. yüzyılın en büyük entelektüellerinden biri olan Edward Said’in “Representations of the Intellectual” adlı kitabındaki düşünceleri üzerinden bir giriş yapacağım. Gelecek hafta da kendi metodumu netleştirmeye çalışacağım.

Edward Said Amerikan vatandaşı bir babanın 1935 yılında Kudüs’te (Filistin) doğan bir oğludur. Arap ve Hristiyan bir ailede dünyaya gelen Said, 15 yaşında Amerika’ya gider ve 2003 yılında ölene kadar da orada yaşar. Etnik olarak Arap olan Said, kültürel açıdan ise bir Batılıdır. Hayatının son 40 senesini New York’ta geçiren Said, “New York’tan başka bir yerde yaşayamam” diyecek kadar da bu şehre bağlı bir “Amerikalı”dır. Said’i büyük yapan şey de, unvanını, pozisyonunu ve dahi fiziksel özgürlüğünü riske ederek, içinde yaşadığı ve ait olduğunu hissettiği toplumu/devleti sertçe ve ilkeli bir şekilde eleştirmesiydi. Öyle ki Filistin konusunda İsrail ve Amerika’ya yönelik eleştirileri, ona Türkiye de dâhil olmak üzere tüm dünyada akademik çalışmalarından çok daha fazla tanınırlık ve alkış getirdi.

Said, Lübnan/İsrail sınırında taş atıyor (2000).

Said, hem akademik çalışmaları hem de siyasi aktivistliği ile örnek bir entelektüel idi. (Belki de Noam Chomsky’den sonra 20. yüzyılın en büyük entelektüeli idi). Bir entelektüelin nasıl yaşaması gerektiğini kendi hayatıyla yeterince iyi gösteren Said, bu konudaki düşüncelerini de pek çok konuşmasında açıkça dile getirdi. Said’in 1993 yılında entelektüelin toplumsal rolü üzerine İngiltere’de yaptığı konuşmalar Representations of the Intellectual adıyla kitaplaştırıldı. (Kitap Türkçe’ye Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı başlığıyla çevrildi). 20. yüzyılın önemli düşünürleri Gramsci, Sartre, Foucault ve Adorno gibi pek çok isme sıklıkla atıf yapılan kitapta, Said’in entelektüelin özelliklerine ve rolüne yönelik düşüncelerinde öne çıkan vasıflar şunlardır: muhaliflik, marjinallik, evrensellik, amatörlük, sürgün ve cesaret. Aşağıda, Said’in bu kavramlar üzerine odaklanan cümlelerinin bir kısmını aktarıp bazılarına da notlar düşüyorum. [Cümle sonundaki sayılar, kitabın İngilizce baskısındaki (Pantheon Books, 1994) sayfa numaralarını belirtmektedir]. Okumaya devam et

Yüz Yıllık Yanlışlık: Milliyetçilik Çağında “Millet-i Hâkime” İnadı

Tarihte her şey tekerrür eder; önce trajedisonra komedi olarak.” (Karl Marx)

Hüzünlü ama yaygın bir hikayeydi “bölge”nin hikayesi.  Çağın yükselen  fikirlerinin etkisine giren “bölge”nin siyasi liderleri, ihtişamlı günleri çoktan geride kalmış bir ülkenin gittikçe merkezileşen yönetimine tepki duyuyor ve  siyasal ve kültürel hak taleplerinde bulunuyordu. Anadilde eğitim, yerel yönetim özerkliği, temsilde adaletti istedikleri. Ama bu talepler merkezi hükümet tarafından “nankörlük” ve “ihanet” olarak görülüyordu…

“Bölge” halkının dili Türk yöneticilerin nazarında “medeni” bir dil değildi.  Türk yöneticiler “bölge” halkının anadilde eğitim taleplerini geri çeviriyor ve “o güya ‘güzel ve zengin lisanlarıyla’ kim bilir hangi edebi ihtiraslarını tatmin etmek için kendi dillerinde okullar açma taleplerine resmi makamlarca izin verilmemesine öfkelenmelerini, alaycı ve acıma dolu bir gülümsemeyle izliyorlardı.” (OAA, s. 156).

Türk yöneticilerin “akıl almaz budalalıklarından biri de harflere karşı yürüttükleri mücadele idi.” (OAA, s. 256). “Bölge” halkının yerel dilinin alfabesine karşı hummalı ve şiddetli bir kampanya düzenlemişti yöneticiler. “Bölge”nin diliyle mektup yazma ya da kitap bulundurma “suçunu” işleyenler; falakaya yatırılmak, zindana atılmak ya da sürgüne gönderilmek cezalarından ceza beğeniyorlardı.

Türk yöneticiler “bölge” halkının siyasal ve kültürel eşitlik talepleri karşısında sadece hiddetlenmiyor, aynı zamanda şaşırıyorlardı da. Zira onlara göre zaten herkes eşitti! “Bölge” halkının çocukları paşa da, vali de, diplomat da olabiliyordu. Ortada bir sorun yoktu ve eşitlik talebinde bulunanlar “nankörlük yapıyordu”! Okumaya devam et

Tılsımını Yitiren Bir Bilge: Orhan Miroğlu

Bir siyasetçi olarak Kürt siyasetindeki kişisel tecrübesi, bir aydın olarak Kürt meselesine vukufiyeti ve bir demokrat olarak siyasal duruşu Orhan Miroğlu’nu müstesna bir yere koyar Kürt siyasetinde. Miroğlu, Kürt meselesini objektif, sağduyulu ve cesur bir şekilde ele alan aydınların başında gelir benim için. (Yeri geldiğinde) etrafımdaki insanlara kendisi hakkında “Kürt meselesi konusunda sadece bir kişiyi okuyacaksanız, bence o Orhan Miroğlu olmalı” dediğim bir aydındır Miroğlu.

Silahları Gömmek Orhan Miroğlu’nun son kitabı. Hatta kendi ifadesiyle son noktası. “Bu kitapla defteri kapatıyorum” diye başladığı kitabında, Miroğlu hem Kürt siyasetinin vakit geçirmeksizin şiddetten arınması gerektiği tezini işliyor hem de -Mandela’dan ilhamla- Abdullah Öcalan’a bu konuda oynayabileceği tarihsel rol için bir çağrı yapıyor. PKK’nın ve devletin silahları bırakmama inatları yüzünden Kürt sorununun açmaza girdiği bir konjonktürde, (aşağıda işleyeceğim “sunum hatası”na rağmen) Miroğlu’nun değerlendirme ve çağrılarına hepimizin kulak vermesi gerektiğini düşünüyorum.

Kitabın ana hedef kitlesi BDP/PKK hattındaki Kürt siyaseti olmakla beraber, Silahları Gömmek Türk okuyucular için de oldukça faydalı bilgi ve değerlendirmeler içeriyor -özellikle de PKK öncesi Kürt siyasetinin iç tartışmaları, PKK’nın ortaya çıkış koşulları ve 1999 sonrası Öcalan-devlet görüşmeleri konularında. Kitabın “Türk siyaseti” için en çok (ya da en acil) önem arz eden kısmı ise, Miroğlu’nun “KCK operasyonları”na yönelik eleştirileri (s. 230-4). KCK operasyonlarının her geçen gün daha da anlamsızlaştığı şu günlerde, KCK yapılanmasının kendisini de eleştiren Miroğlu’nun bilhassa şu ifadelerinin altını çizmek gerekiyor bence: Okumaya devam et

90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak

Sözlü tarihin ve biyografilerin hem entelektüel hem de toplumsal gelişim açısından özel bir önemi olduğunu düşünürüm. Mesela Türkiye Yahudileri’nin tarihini şurdan da okuyabilirsiniz ama Türk Musevi Cemaati onursal başkanı Bensiyon Pinto’nun otobiyografisi (Anlatmasam Olmazdı) daha iyi bir tercihtir benim için.  1915’e dair –mevcut pozisyonunuza göre- Taner Akçam’ın Ermeni Meselesi Hallolunmuştur ya da Yusuf Halaçoğlu’nun Ermeni Tehciri’nden feyiz alabilirsiniz; ama Torunlar kitabı size bu konuda çok daha insani ve çok daha sıcak bir pencere açacaktır bence.  Ya da Cumhuriyet döneminde Kürt siyasetine dair onlarca siyasal ve tarihi kitap bulabilirsiniz. Ama bunlardan hiçbirinin -mesela- Canip Yıldırım’ın ya da Abdülmelik Fırat’ın yaşamöyküleri kadar etkileyici, sürükleyici ve anlamlandırıcı olacağını zannetmiyorum.

Biyografiler, ya da daha genel olarak “kişisel öyküler”, önemlidir. İnsanın toplumsal ve siyasal sorunların pek çoğunda ruhsuz bir “istatiksel veri”ye  dönüştüğü günümüz dünyasında, kişisel öyküler karşımızdaki insanların Okumaya devam et