Önceki yazımda kapitalizmin “serbest piyasa” ekonomisi, anti-kapitalizmin de “piyasa düşmanlığı” olmadığını ortaya koymaya çalışmıştım. Kapitalizmin savunucuları, kapitalizmi “serbest piyasa” olarak sunarken yanıldıkları (ve yanılttıkları) gibi, “serbest piyasa”yı en iyi model olarak sunarken de yanılıyorlar (ve yanıltıyorlar). Serbest piyasayı savunanlar, argümanlarını devletin piyasada minimal varlığını savunan (neo)liberal teoriye dayandırırlar. (Neo)liberalizmin ise, varsayımlar dünyası dışında, hiçbir bilimsel desteği yoktur. Bu yazıda iki temel madde üzerinden (neo)liberalizmin bilimsel sefaletini ele alacağım:
1) Serbest Ticaret: (Neo)Liberalizm devletin ticarete müdahale etmesini yanlış bulur ve korumacılık (protectionism) yapan devletlerin ekonomik olarak geri kalacaklarını iddia eder. Bir Türk liberalin ifadesiyle: “Tarih şahittir ki, en çok korumacı ülkeler en fakir ülkeler haline gelmiştir”. Hâlbuki tarihsel gerçeklik bunun tam tersini gösterir. (İngiltere’den Amerika’ya, Almanya’dan Japonya’ya, Güney Kore’den Tayvan’a, Hindistan’dan Çin’e) son 300 yılın en hızlı büyüyen ekonomileri, en hızlı büyüdükleri dönemde, aynı zamanda dünyanın en korumacı ülkesi (ya da ülkelerinden biri) olmuşlardır. Sanayileşen ilk ülke olan İngiltere, ancak dünya ekonomisine hakim olduğunu hissettikten sonra -1846 yılında meşhur Mısır Kanunu’nu lağvederek- ilk ciddi liberalleşme hamlesini gerçekleştirmiştir. 19. yüzyılın en korumacı devleti (ve aynı zamanda en hızlı büyüyen devleti) ABD’dir; ve ABD kısa bir sürede İngiltere’nin önüne geçmesini kapılarını Avrupa’nın -özellikle de İngiltere’nin- ucuz endüstriyel ürünlerine kapatmasına borçludur. (Öyle ki, korumacılığın fikir babalarından biri ABD’nin ilk Hazine Bakanı Alexander Hamilton’dır). Japonya ilk endüstriyel kalkınmasını Amerikan pazarı olmayı reddederek korumacı politikalar izlemesine borçludur. İkinci Dünya Savaşı sonrasının “Asya Kaplanları” da “ekonomik mucizelerini” serbest ticaretle değil, ticari korumacılığı da içeren kapsamlı bir planlı ekonomiyle gerçekleştirmişlerdir. Geniş çaplı toprak reformları; bankaların devlet tekeline alınması; küçük işletmelerin devlet eliyle büyük firmalara dönüştürülmesi; ayakkabı, araba, gemi yapımı, kimyasal maddeler ve yarı iletkenler gibi önemli sektörlerin sübvanse edilmesi 70’li ve 80’li yıllarda Tayvan ve Güney Kore ekonomilerinde hâkim uygulamalardı. (İlginçtir, bizim burjuvazimizin önde gelenleri de Türkiye’nin endüstriyel geri kalmışlığını devlet stratejisizliğine ve piyasanın “fazla aktörlülüğüne” bağlamıştır. –Ek not: Güney Kore ve Türkiye’nin kalkınma stratejilerinin ve politikalarının enfes bir kıyası için bkz: David Waldner, State Building and Late Development-). Son olarak, son yirmi yılın en hızlı büyüyen Asya ekonomileri (Çin, Hindistan ve Vietnam) birkaç yıl öncesine kadar dünya ortalamasının çok üstünde gümrük vergilerine ve diğer korumacı önlemlere sahipti. Okumaya devam et