Çözüm Süreci: Yeni Bir Değerlendirme

Bu ülkede okullarda zorunlu ‘dün’ dersi verilmeli, çabuk unutuyoruz.” (İlber Ortaylı)

7 Haziran seçimlerinin ertesinde PKK’nın ateşkesi sonlandırmasıyla yeniden başlayan çatışmalar, iki buçuk yıllık Çözüm Süreci’nin yeni bir değerlendirmeye açılmasına sebep oldu. Çözüm Süreci’nin zaaflarının ve yanlışlarının düzeltilmesi amacıyla yapılsa belki hepimizi mutlu edebilecek bu durum, maalesef daha ziyade sürecin ne kadar da yanlış olduğunun, AKP’nin süreci devam ettirmekle vatana ihanet ettiğinin ve nihayet Çözüm Süreci’nden mesul olanların yargılanması gerektiğinin tekrarlandığı bir noktaya vardı. Öyle ki, pek çok kişinin gözünde son iki ayda ölen bütün asker ve polislerin sorumlusu doğrudan Çözüm Süreci ve onu savunanlar oldu. Bu yazıda, bu algının niçin yanlış ve zararlı olduğuna dair kendi fikirlerimi yazıp Çözüm Süreci’nin yeni(den) bir savunmasını yapacağım.

2013 yılının başında girdiğimiz Çözüm Süreci, yanlışları da içeren doğru bir adımdı. Öncelikle, süreç içerisinde küçümsenmemesi gereken adımlar atıldı ve kısmi de olsa iyileşmeler yaşandı. Örneğin, (bir ara Kürt hareketinin neredeyse ana talebi haline gelen) KCK tutuklularının tahliyesi gerçekleşti. Özel okullara tanınan Kürtçe eğitim hakkı ile Kürtçe eğitimin önündeki sembolik direnç kırılarak normalleşmenin önü açıldı. Elbette bu kısmi iyileşmelerin eleştirel bir şekilde ele alınması da mümkün. Ki ben de bu iyileşmelere yönelik şerhlerimi iki yıl önceki bir yazımda not düşmüştüm.

Fakat zaten Çözüm Süreci’nin en önemli doğruları ve katkıları bu kısmi iyileşmeler değildi. Çözüm süreci, her şeyin ötesinde, özellikle iki noktadan dolayı çok değerliydi. Birincisi, Çözüm Süreci konuşmayı ve bu vesileyle de siyasi çözümü mümkün kılan bir zemini oluşturdu. Düzenli olarak çatışmaların yaşandığı bir iklimde, siyasetçilerin anlamlı bir müzakere yürütmesi de, halkın bu müzakerelere kitlesel destek vermesi çok zordur. Bu yüzden, muhalifler tarafından pek çok zaman “barış süreci değil ateşkes” denilerek burun bükülen çatışmasızlık durumu, barışa giden yolun kendisiydi zaten. Evet, Çözüm Süreci belki gerçek bir barış değildi, ama barışa giden/gidebilecek bir yoldu.

İkinci önemli nokta da şuydu ki, iki buçuk yıllık Çözüm Süreci sayesinde başta bölge halkı olmak üzere tüm Türkiye barışın tadını aldı. Çözüm Süreci’nin karşıtlarını dahi kuşatan ve bazılarının ancak kaybedince değerini anladığı bu tat, Türklere ve Kürtlere savaşın aslında kendilerinden neler çaldığını fark etmeleri için bir fırsat sundu. Kürt siyasi hareketinin şahinlerinin Kürtlere yapageldiği “kaybedecek zincirlerinizden başka bir şeyiniz yok!” propagandasını boşa çıkaran bir tattı bu. Kanaatim o ki, Kürt halkının PKK’nın kendilerini ısrarla çekmeye çalıştığı “devrimci halk savaşı” saçmalığından uzak durmasının bir sebebi de, bugün topa tutulan Çözüm Süreci’nde tadına varılan barıştır.

Böyle olmakla beraber, Çözüm Süreci’nin önemli zaafları ve yanlışları da vardı. Kanaatimce bu zaafların başlıcası, iki yıl önce İlhan Kaya ile UKAM’dan çıkardığımız değerlendirme raporunda da uyardığımız üzere, sürecin bir türlü netlik ve takvim kazanamaması oldu. Başta anadilde eğitim ve genel af gibi barışın olmazsa olmazı pek çok temel madde hakkında somut bir öneri/uzlaşı içermiyordu Çözüm Süreci. Bu durum, taraflar arasındaki güvensizliği daha da arttıran ve özellikle de PKK’nın silahları bırakmaya yönelik tereddütlerini güçlendiren bir netice üretti. Daha hızlı, daha belirgin ve daha kapsamlı bir süreçte, bugün yaşadığımız “kavga molası” yaşanmayabilirdi.

Sürecin eleştiriye açık bir diğer zaafı da, bir taraftan Suriye iç savaşının ve Cemaat’le kavganın ürettiği zorunluluklar diğer taraftan da barışın silahları işlevsizleştireceğine yönelik ümit, hükümetin Çözüm Süreci’nde PKK’nın bölgedeki silahlı varlığına (ve bu varlık üzerinden bölgedeki iktidarını süreç içerisinde tahkim etmesine) göz yumması oldu. Silahların yeniden patlaması ve PKK’nın sebep olduğu ölümlerin yer yer 10’ları bulması sonrasında, iktidarın da itiraf ettiği ve Türklerin neredeyse bir icma halinde kabul ettiği bir yanlış bu. Kişisel olarak yanlıştan ziyade “zorunlu olarak alınmış bir risk” olarak gördüğüm bu zaafın bir yanlış olarak görülmesine genel bir itirazım yok. Fakat bu yanlışın iki aydır “ölümlerin başlıca sebebi” olarak lanse edilmesini son derece yanlış buluyorum.

PKK’nın bugünkü öldürme kapasitesini Çözüm Süreci’ne bağlamak, PKK’nın kanlı tarihini ve bu tarih içinde edindiği öldürme kapasitesini göz ardı eden bir kolaycılıktır. Öncelikle, PKK 30 yıllık savaş tecrübesi, geniş bir halk desteği ve güçlü bir uluslararası ilişkileri olan bir örgüttür ve böyle bir örgütü hafife almak ölümcül bir yanlıştır. Zira PKK, henüz Çözüm Süreci başlamamışken bölgedeki pek çok noktada alan hakimiyeti kurabiliyor; Çözüm Süreci’nin hemen öncesindeki 2012 yılında askerin geçiş güzergâhına “15 gün boyunca mayın döşeyebiliyor”; ve yine aynı yıllarda Ankara Kızılay’da, İzmir Foça’da ya da Gaziantep Şehitkamil‘de ölümcül eylemler yapabiliyordu. Tüm bu faktörlere bir de PKK’nın Suriye iç savaşı sayesinde edindiği lojistik ve mühimmat desteği eklendiğinde, PKK’nın bugünkü öldürme kapasitesinde Çözüm Süreci en fazla ikincil bir etkiye sahip olmaktadır. Kanaatimce, PKK’nın bugünkü öldürme gücünü doğrudan Çözüm Süreci’ne bağlayanlar, bir tespitten ziyade siyaset yapıyorlar. Zaten karşı oldukları Çözüm Süreci’ni, mevcut çatışmalardaki ölümler üzerinden mahkûm ederek siyasi platformda haksız bir haklılık elde etmeye çalışıyorlar.

Adsız2

2012 yazından iki haber. Cumhuriyet ve Bugün gazeteleri.

Son 10 yıldaki “şehit istatistikleri”ne baktığımızda da PKK’nın Çözüm Süreci’nden çok önce kuvvetli bir öldürme kapasitesine sahip olduğunu görürüz. 2005-2012 yılları arasındaki saldırı ve çatışmalarda, (2009 yılı dışında) PKK her yıl 100’ün üzerinde güvenlik görevlisini öldürmüştür. Çözüm Süreci’nin hemen öncesindeki 2012 yılında ise, PKK 200’e yakın güvenlik görevlisi ve sivili öldürmüş ve bu ölümlerin büyük çoğunluğu PKK’nın 1999 sonrasındaki en kapsamlı saldırısını gerçekleştirdiği 2012 yazında gerçekleşmiştir. PKK’nın sadece 2012 Eylül’ünde öldürdüğü güvenlik görevlisi sayısı (21’i mayınlı/bombalı saldırılarda olmak üzere) 53‘tür. Hem bu sayı hem de bu sayının içindeki mayınlı/bombalı ölüm oranı, mevcut çatışmalardaki aylık kayıp sayısı (50-60) ve mayınlı/bombalı ölüm oranıyla (%40-50) neredeyse aynıdır.

şehitler

Son olarak şuna da işaret etmek isterim ki, pek çok insanı PKK’nın öldürme kapasitesinde Çözüm Süreci boyunca önemli bir artış olduğu kanısına götüren bir diğer etken de “medya etkisi”dir. Her ne kadar PKK’nın öldürme kapasitesinde Çözüm Süreci sebebiyle olağanüstü bir artış olmasa da, (Türk siyasetinde Çözüm Süreci’ne paralel olarak yaşanan kırılmalar sebebiyle) bu kapasitenin Türk medyasındaki “yankı”sında kayda değer bir artış gerçekleşmiştir. Bugün gazetesinden iki örnekle somutlaştırıp bitireyim. Aşağıdaki ilk görsel Bugün gazetesinin PKK’nın bu ay Dağlıca (16 şehit) ve Iğdır’da (14 şehit) gerçekleştirdiği mayınlı/bombalı eylemlere yer verişini, ikinci görsel ise PKK’nın 2012 Eylül’ünde yine mayın ve bombayla gerçekleştirdiği Tunceli (7 şehit) ve Bingöl (8 şehit) eylemlerine yer verişini göstermektedir. Aradaki fark son derece belirgin ve anlamlıdır. (Bu farklılık Bugün gazetesine mahsus da değildir. Benzer bir kıyası T24‘ün arşivini kullanarak Zaman ya da Hürriyet gazeteleri için de yapabilirsiniz).

bugun1

bugun2

4 comments on “Çözüm Süreci: Yeni Bir Değerlendirme

  1. “Medya etkisi”ne aslında şöyle de bakılabilir. İktidarla alış-veriş içerisindeyseniz şehit haberleri elbette dikkat çekmeyecek şekilde ilgili gazetede yer alacaktır Türkiye’de. Eylül 2012’de Bugün’ün de, Zaman’ın da, Hürriyet’in de iktidarla olan simbiyotik ilişkisi malum. Bugüne gelindiğinde ise artık o simbiyotik ilişki yok. Demek ki “Medya etkisi” iktidarın kendi politikalarının yanlış da olsa başarısız da olsa doğruluğunu ya da başarısını kamuoyuna “algı yönetimi” çerçevesinde sunmanın ve kamuoyunu biçimlendirmenin -ki buna toplum mühendisliği de denebilir- işlevsel bir aracı bu simbiyotik ilişki çerçevesinde. Sonra her seçim dönemine çatışmasızlık içinde gitmek için Öcalan’ın kapısına koşan ve bunu gösteren bir iktidarın, bugün koşmaması ya da bunu göstermemesi bence manidar ve samimiyet açısından sorgulanmaya mahkum. Özetle, Çözüm Süreci AKP açısından tek taraflı ve şiddete bağımlı bir aşktı. Muhatap orada, şimdi bile isteseler anayasayı değiştirebilirler HDP’yle, ama yapmıyorlar. Çünkü Cumhuriyet’in tasfiyesi konusunda son kertede mutabık da olsalar, kafalarındaki devlet, toplum, iktidar tasavvurları arasında 180 derece fark var. İkisi de kendileri açısından arkaik bir düzenin ve iktidarın peşindeler. Birinin elinde din sosu, ötekinin elinde etnisizm ve feodalizm sosu. Kimse demokrasi peşinde değil, sadece fenotiplerinde öyle davranıyorlar ama genotip olarak kesinlikle radikaller.

    • Yorumunuz için teşekkürler hocam. İlk kısım yeterince net ve tartışmasız. Son kısımsa fazla subjektif ve sert değerlendirmeler bence. Bu yüzden sadece Öcalan konusundaki görüşümü belirtmekle yetineyim. Kişisel kanaatim şu: Hükümet de Öcalan da çatışmaların Öcalan’ın sözünün etki edebileceği bir seviyeye gelmesini bekliyorlar. Yanlış bir müdahalenin Öcalan’ın etkisini kırabileceğini düşünüyorlar ve bundan ikisi de endişe ediyor bence…

  2. “sürecin bir türlü netlik ve takvim kazanamaması” ve anadilde eğitim ve genel af gibi konuların somutlaştırılmamasını üzerine yaptığınız “özellikle de PKK’nın silahları bırakmaya yönelik tereddütlerini güçlendiren bir netice üretti.” çıkarsamanız hakkında bir kaç söylemek istiyorum.
    Ak Parti’nin , Erdoğan’ın 2005 Diyarbakır konuşmasıyla izhar ettiği, çeşitli adlar altında Çözüm Süreci niyetini olumlu anlamda kuvvetlendirerek 2013 Eylül’üne kadar çeşitli siyasal riskler alarak getirmiş bir parti olduğunu yadsıdığınızı düşünüyorum. Siyasal gücünü tahkim edecek politikalar izlemeden, arkasındaki toplumsal gücü konsolide etmeden 90 yıllık “faşist” devlet anlayışını değiştirmesi mümkün olmayacaktı. Devleti ve kurumlarını böyle kökten bir değişimin içine sokmuşken, içeride ve dışarıda yaşanan siyasal krizlerin pratik etkileri de söz konusuyken, PKK gibi Küresel egemenlerden “sipariş almaya” son derece yatkın bir örgüt için silah bırakmamasını yukarıda söylediğiniz şekilde bir tereddüte(evhama) bağlamak hiç doğru gelmiyor bana.. ki son kertede PKK’nın ateşkesi bozmaya bahane diye öne sürdüğü “askeri baraj” gibi gülünç şeyler, silah bırakma veya (somut olarak çözüm sürecinde üzerinde anlaşılan) “silahlı unsurları sınır dışına çekme” konusundaki niyetini çok açık gösteriyor..

Yorum bırakın