“Tabiatımız gereği kendimizde de olan zaaflardan dolayı başkalarından iğreniyor, ve büyük bir utanmazlık ve anlayışsızlık ile de bu zaaflar karşısında hayrete düşüyoruz.” (Montaigne)
Srebrenitsa katliamı’nın yıldönümünü andığımız günlerde Suriye’deki katliamların da artarak devam etmesi, Türk siyasetinde duygusal, idealist ve aynı zamanda suçlayıcı söylemlerin ön plana çıkmasına sebep oldu. Geçtiğimiz iki hafta boyunca, Türk siyasetçiler bir taraftan Avrupa’nın Srebrenitsa katliamına göz yumuşunun altını çizdiler, diğer taraftan da Esad rejimine verdikleri destekten dolayı Suriye’nin katliamlarında suç ortağı addettikleri Rusya ve İran’a ilkeli ve insancıl davranma çağrıları yaptılar. Srebrenitsa ve Suriye üzerinden kitlesel olarak insanlığımızı hatırlamak ve vicdanlarımızı paklamak şüphesiz ki medenî bir tutum. Fakat ne yazık ki bu vicdan-paklayıcı siyasetin bilimsel ve reelpolitik bir karşılığı yok. Zira Türk dış politikasının İran ya da Rusya dış politikasına karşı ahlaki bir üstünlüğü yok. Bunu görmek için de uzaklara gitmeye gerek yok. Mesela, Türkiye’nin Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’la ilişkilerine bakmak yeterli.
Saddam Hüseyin, yaklaşık 25 yıllık iktidarı sırasında işlemediği siyasi suç bırakmamıştı. İran’a açtığı savaşla iki Müslüman ülkenin yıkımına, savaşı kimyasal silahlarla kirleterek de savaştaki zayiatın milyonları bulmasına sebep olmuştu; Kuveyt işgalinde gösterdiği hırs sebebiyle bir milyondan fazla Iraklının ölümüne yol açmıştı; azınlık Sünni iktidarını ve Irak’ın toprak bütünlüğünü korumak için Şiilere ve (açıkça “şaş” –eşek– diye hitap ettiği) Kürtlere işkenceden katliama yapmadığı zulüm kalmamıştı… Fakat tüm tecavüz, zulüm ve katliamlarına rağmen, Saddam Irak’ta bir istikrar ve denge sağlamıştı ve Türkiye için bu denge her şeyden daha önemliydi. Saddam’ın demir yumruğu Irak’ı ayakta ve bir arada tutuyordu. Ve Türkiye, hem Irak Kürdistanı’nın bağımsız olmasını hem de Şiilerin yönetiminde Irak’ın İran’ın dümen suyuna girmesini engelleyen bu demir yumruğu pek bir sevmişti. Kabul etmesi zor (ve hatta ayıp) bir şeydir bu; ama maalesef “Bağdat’ın Esad’ı” Türkiye için tam bir “nimet” idi. Gül İnanç’ın Bağdat’ta büyükelçilik görevinde bulunmuş beş diplomatımızla yaptığı söyleşileri derlediği Türk Diplomasisinde Irak (1978-1997) adlı eserinden aldığım aşağıdaki alıntı sanırım bu durumu net bir şekilde ortaya koyuyor: Okumaya devam et