Yolsuzlukla Mücadele ve Demokrasi

Aykırı bir kanaatimi paylaşacağım bu yazımda. O da şu: Türkiye’nin demokratikleşmesini, hükümetin yolsuzluk dosyalarının üzerlerinin örtülmesi değil, örtülmemesi geciktirir. “Yok daha neler!” demeden önce bir dinleyin…

Hükümete yönelik kapsamlı yolsuzluk operasyonlarına taraftar olmamamın demokratikleşme dışında özsel sebepleri de var ve ben bunları önceki yazılarımda dile getirmiştim. Bu sebeplerden birisi, seçici adaletin adalet olmadığına inanmam, ikincisi de Türk yargısının iflah olmaz bir biçimde taraflı ve güdümlü olduğunu düşünmem. Bu iki faktör birleştiğinde, 17-25 Aralık operasyonlarının nihai amaçlarının “yolsuzlukla mücadele” olduğuna inanmak, ABD’nin Irak işgalinin nihai amacının “demokrasiyi yaymak” olduğuna inanmak kadar naif oluyor benim gözümde.

Gelelim Türkiye ve AKP özelinde yolsuzlukla mücadele ve demokrasi ilişkisine. Barış süreçlerine yönelik literatüre aşina olanlar bilirler; barış süreçlerinin başarıyla nihayete erdirilmesi noktasında adalet ve barış arasında doğrusal olmayan hatta yer yer karşıt bir ilişki vardır. Bu yüzden de barış süreçlerinde yaygın olan pratik “mutlak adalet”in uygulanması değil, adaletin belirli gerekliliklerinin askıya alındığı “geçiş dönemi adaleti”nin (transitional justice) uygulanması olagelmiştir. Tarafları genel affın da genellikle bir parçası olduğu bu tür “eksik adalet” uygulamalarına iten nedenlerin en önemlilerinden birisi, mutlak adalette ısrarın ve bunun gerektirdiği yaygın cezalandırma politikasının silahların bırakılmasını zorlaştırarak normalleşmeyi ve barışı ötelemesidir.

Okumaya devam et

Yolsuzluk ve Seçimler

17 Aralık yolsuzluk operasyonları sonrasında yaşadığımız çalkantılı günlerde en çok merak edilen konulardan biri de yolsuzluk iddialarının önümüzdeki seçimlerde AKP’nin oy oranlarını nasıl etkileyeceği. İlk bakışta, dinen ve kanunen yasak olan yolsuzluğa bulaşan siyasetçilerin bunun bedelini seçimlerde ödeyeceği akla yatkın bir önerme olarak duruyor. Fakat yolsuzlukların Türkiye’deki seçimler üzerinde büyük etki yapmasını engellediğini düşündüğüm bir genel bir de özel sebep var.   

Yolsuzluğun seçimlerde AKP oylarında büyük bir düşüşe sebep olmayacağını düşünmemin Türkiye’ye özel sebebi Türk toplumundaki aşırı siyasal kutuplaşma ve bunun sonucunda azalan partiler arası oy geçişkenliğidir. Türkiye dünyanın en kutuplaşmış ülkelerinden birisi ve maalesef AKP döneminde bu kutuplaşma daha da derinleşti. Önce Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde, daha sonra da Gezi Parkı sürecinde Başbakan Erdoğan Türk siyasetini “iyilerle kötülerin mücadelesi” olarak yansıttı ve yıllar içinde AKP tabanı büyük oranda bu algıyı benimsedi. Muhalif parti ve hareketleri neredeyse “mutlak kötü” olarak algılayan AKP tabanında yolsuzluklar AKP’yi “daha az iyi” yapabilir; ama AKP diğer “kötü” alternatiflere kıyasen halen “iyi” olarak görüldüğünden desteklenmeye devam edilecektir. Bir merkez sağ alternatifinin yokluğunda, günümüz konjonktüründe ortalama bir AKP seçmeninin yolsuzluk iddia ve suçlamalarından dolayı CHP ya da MHP’ye oy verme ihtimali oldukça düşüktür. (Aynı şey diğer parti tabanları için de geçerlidir. 2011’deki kaset kumpası MHP oylarında ciddi bir düşüşe sebep olmamıştı mesela).

Metropoll’ün Aralık ve Ocak aylarında yaptığı anketler, yukarıdaki beklentiyle uyumlu olarak, AKP tabanının partilerine ve Başbakan Erdoğan’a verdikleri destekte büyük bir düşüş olmadığını göstermektedir. Okumaya devam et

Yolsuzum, yolsuzsun, yolsuz, yolsuzuz, yolsuzsunuz, yolsuzlar…

1. Demokratikleşme ve ekonomik kalkınmayla ilişkisi açısından yolsuzluğu bir sebep değil sonuç olarak gören biriyim. Bu yüzden de yolsuzluk benim siyasi ve ahlaki sorunlar listemde üst sıralarda yer alan bir sorun değil. Az gelişmiş, az demokratik ve az şeffaf bir ülkede siyasal yönetimin yolsuzluğa bulaşmış olması da benim için sürpriz değil. Ama madem yolsuzluk operasyonlarıyla yatıp kalkıyoruz ve madem “yetim hakkı” yemenin kötülüğü hakkında sürekli ihtar ediliyoruz, ben de geciktirmeden bir yolsuzluk operasyonu yapmak isterim. Bize, hepimize!

2. Kapitalizm emeğin ve doğanın sömürüldüğü koca bir yolsuzluk rejimidir. Sistemin bir bütün olarak yolsuzluk üzerine inşa edildiği bir yerde, tekil bireylerin yolsuzlukları üzerine odaklanmak yanlış ve yanıltıcı bir tercihtir.

3. Dileyen, beş-on siyasetçi ve işadamının yolsuzluğuna odaklanmayı ve bunların hesabı görüldüğünde ülkenin “temizleneceğine” inanmayı tercih edebilir. Fakat yüzbinlerce işçinin maaşlarının ve haklarının taşeron sistemiyle kırpıldığı, binlerce işçinin (hem de pek çoğunun ‘dindar’ iş adamları tarafından) sigortasız olarak çalıştırıldığı, ‘kalkınma masalımız’ hiç bitmesin diye her sene 1000 küsur işçinin ölümüne göz yumulduğu, yani her gün ve sürekli olarak yüzbinlerce kişinin hakkının (ve dahi canının) çalındığı bir ülkede, tekil insanların kamudan çaldıklarına odaklanmayı yanlış buluyorum.

4. Milyonlarca dar gelirli insanın, sadece kazanırken değil, aynı zamanda harcarken de soyulduğu bir ülkedeyiz. Neredeyse orta ve üst gelir grubundaki herkesin vergi kaçırdığı ve bu yüzden de alt gelir grubundakilerin onlar adına ekstra tüketim vergisi olarak çifte vergi ödediği bir ülkede, kim kimi soyuyor? Ya da daha doğru sorarsak, kim kimi soymuyor? Esnafının her 100 liralık gelirinin sadece 18 lirasını devlete bildirdiği, doktor ve avukatlarının üçte ikisinin aylık 1500 liranın altında gelir beyan ettiği bir ülkede “hırsız” kimdir? Ya da kim değildir? Böyle bir ülkede, hele ki ‘manidar’ zamanlarda, hükümet çevresindeki yolsuzlukları “hırsızlaaar” nidalarıyla topa tutmayı ne siyaseten ne de ahlaken doğru buluyorum.

Okumaya devam et