“Bal”lı Ekonomi, Tatlı Hayat, Tatsız Ölüm

Bu hafta bir iyi bir de kötü haber vereceğim…

Daha önce de pek çok defa “ortaya çıkarılan” bir hilebazlık geçen hafta yeniden gündeme geldi: Piyasadaki balların yüzde 40’ı, GDO’lu mısırdan elde edilen glikoz şurubuna polen ve renklendirici katılarak bal diye satılan sahte balmış. Siz “vah vah” demeden, şunu ekleyeyim hemen: Bu “iyi” haberdi. “Kötü” olanıysa şu: Bal için geçerli olan bu durum tüm diğer gıdalar için de geçerli. (Gıda Güvenliği Hareketi başkanı Kemal Özer’in eserlerinde ortaya koyduğu üzere) yediğimiz tüm endüstriyel ürünler, aslında tatlandırılmış zehirler!

Kaynakların sınırlı, insanın “aceleci”, üreticilerin tamahkâr, siyasetçilerin de “satın alınabilir” olduğu bir dünyada, kapitalizm sürdürülebilir bir sistem olamaz. Bugün pek çoğumuzun öyle olduğunu düşünmesi, kapitalizmin pahalıyı “ucuz”, azı “çok”, kirliyi “temiz” diye yutturabilmedeki maharetinden dolayıdır. Yediğimiz gıdalar, sağlığımıza ve çevremize verdikleri maliyetlerin artırılmasıyla ucuzlaşıyor ve yaşadığımız bolluk gelecek nesilleri yaşamaya mahkum bıraktığımız “azlık” sayesinde gerçekleşiyor. Vandana Shiva’nın ısrarla vurguladığı üzere, “küresel endüstriyel gıdalar ucuz değildir, bilakis hem Dünya hem çiftçiler hem de sağlığımız için aşırı maliyetlidir.” 10 sene öncesine göre bugün baldan tavuğa pek çok gıda daha ucuzsa; daha pis, daha zehirli ve daha gayritabii oldukları içindir. 10 sene öncesine göre bugün baldan tavuğa pek çok gıda daha ucuzsa; biz onları yerken onlar da ömrümüzden yedikleri içindir. Bu yüzden, bugün yaşadığımız sanal ucuzluk sağlıksız ve sürdürülemez bir ucuzluktur ve bundan 20-30 sene sonra reel bir kemoterapi olarak karşımıza çıkacaktır…

 

Yakın geçmişte, mallarımızda bolluk, alım güçlerimizde artış, enflasyonda düşüş olduysa; bu, glikozlu şapkalardan bal çıkaran, sütü proteinsizleştiren, hamsileri mikroskobikleştiren, yumurta tavuklarını köleleştiren, genleri Frankeştaynlaştıran, iklimleri değiştiren, toprağı öldüren, dereleri kirleten ve yok eden, soya/antibiyotik/hormon karışımına tavuk görünümü veren ve her şey ama her şey daha ucuz olsun diye maden ocaklarında, kot taşlama şantiyelerinde, barajlarda, AVM inşaatlarında işçilerin hayatlarına böcek kadar değer biçen bir sistemle mümkün olmuştur.  Ve tüm bunlar devletlerin göz yummaları -hatta destekleri- ile gerçekleşmiştir. Üreticilerin hep daha fazla kâr, tüketicilerin hep daha fazla mal, iktidarın da hep daha fazla oy istediği bir yerde aksi de olamaz zaten. Zira tavuğun ve hamsinin kilosunun 10, balın kilosunun 30, sütün litresinin de 3 Turkish lira symbol 8x10px.png olduğu bir Türkiye’de, ne “ekonomik mucize” kalır ne de “alım gücü artışı”. Sahtelik oranı yüzde 40 olan bal sektörümüz devlet denetiminden “geçebiliyor”,  kullanımı yasak olan 10 numara yağ için yol kenarlarında açıktan “10 numara yağ bulunur” ilanı verilebiliyor, devletin elektrik götürdüğü kot taşlama şantiyeleri izini “kaybettirebiliyor”, hilekâr üreticilerin isimlerini öğrenmemizi devletimiz yasaklıyor ve her tarafı -süt tozundan ayakkabıya-  bol kimyasallı Çin malları kaplıyorsa, tüm bunlar “mucizemiz” yok olmasın diyedir… Bedenimize ve çevremize verdiğimiz zarar, doğası gereği eşitsizlikleri arttıran ve kitleleri fakirleştiren bir kapitalist sistemde “kaybedenlerden” olduğumuzu görmememiz içindir.

İnsan rasyonel değildir. Yere çakılmadıkça düştüğünü, duvara toslamadıkça yanlış yolda olduğunu kabul etmez. Öyle görünüyor ki sistemin “kaybeden” çoğunluğu bir müddet daha kaybetmeye devam edecek ve (bir Kızılderili atasözünde belirtildiği üzere) paranın yenmeyen, nefsin de doymayan bir şey olduğunu ancak “son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda” anlayacak. Zira insanoğlu sanayi devrimine ve onun getirdiği yıkıcı bolluğa aşık oldu. Ya da Ahmet Turan Alkan‘ın güzel ifadesiyle, yasak ağacı “tattı ve çok hoşuna gitti.” Bunun sonucunda da isteklerinin peşinde koşmaktan ihtiyaçlarını karşılamaya fırsat bulamayan bir “homo consumens“e (tüketim insanına) dönüştü. Bu homo comsumensin “kaybedeni” ve “esiri” olduğu sistemi sorgulayabilmesi içinse, öncelikle tüketim esaretinden kurtularak kendi bedeni üzerinde bağımsızlığını kazanması gerekmektedir. Aksi, insanoğlunu, aşağıdaki resimdeki gibi bir şebekliğe mahkum etmektedir!

Pankart: “Şirketlerin açgözlülüğünü protesto ediyoruz”

Not: Bu yazıda ele aldığım “gıda terörü” meselesiyle ilgileniyorsanız, şu belgeselleri izleyin derim:

1) Food, Inc.

2) The World According to Monsanto

3) The Story of Stuff

4 comments on ““Bal”lı Ekonomi, Tatlı Hayat, Tatsız Ölüm

  1. Gıda işiyle uğraşan bi tanıdığımın söylediğine göre, pakistan ın bazı yerleri ve afganistanın dışında tüm cografyalarda ki tavuklar ya genetik olarak bozuk yada gdo lu yemlerle besleniyorlarmış. 40 – 50 sene sonra aynı sonuc koyun ve kuzular için de gecerli olacak.

    • Türkiye için de %99 oranını veriyorlar.
      Maalesef endüstriyel tavuklar cinsiyetimizi, bağışıklık sistemimizi ve kan sağlığımızı bozan zehir küpleri. Ben (mümkün olduğunca) endüstriyel tavuk yemiyorum bu yüzden. Köy tavuğu almaya çalışıyorum. Onlar da %100 temiz değil tabiki, ama nispeten yenilebilir.

  2. Hocam dün bir dersimizde bu konuyu tartıştık, yazınız da tam üstüne geldi. Konu tam olarak Genetically Modified Food idi ve hocamız tartışma ortamı yaratmak için çok uluslu şirketlerin bir temsilcisi gibi sorular yöneltti. Tabi en can alıcı nokta da bu işi sektör haline getirenlerin şiddetle savunduğu yıl 2050 olduğunda var olan kaynakların 9 milyarı geçecek nüfus karşısında yetersiz olacağı ve artık beslenmenin sözde ‘bilim’ in ellerine teslim edilmesi gerektiğiydi.
    Sözde bilim diyorum çünkü bilimin insan faydası için çalışması gerekiyor, enazından bizlere öyle öğretildi.
    Şimdi sorun tam olarak da şu; bu şirketler insanlığın geleceği için çalışıyor ve açlıktan ölmeyecek bir insanlık yaratma savaşı veriyorlar (!) Peki resimde de gördüğümüz arasındaki 7 fark bir bakışla fark edilecek tavuklar bizi kaç yıl daha yaşatacak? Çok yakın vadede değil belki ama bu şekilde devam ederse tavuklar 2008’deki halindeyken, bizler onların 1950’lerdeki halindeysek şükür eder durumda olacağız.
    En çok merak ettiğim de nispeten “ucuz”, tarım ve çiftçilik tamamen bitirildiğinde hala ucuz kalmaya devam edecek mi?

    • Esra,
      Öncelikle değerli katkın için teşekkürler. (Bu arada derslerinizin canlı geçmesine çok sevindim).
      Korku, egemen güçlerin insanoğlunun en çok kullandıkları zaafıdır (ki biz Türkler bunu yarım asırdır bizi “irtica” ve “bölünme” öcüleriyle korkutup bu arada malı götüren büyüklerimizden çok iyi biliyoruz). Dünyanın 2050 yılında “doymak” için GMO’lara ihtiyacı olduğu bir palavradır, aynen vaktiyle bebek maması ve pet su üreticilerinin bu ürünlerin anne sütü ve musluk suyundan daha sağlıklı oldukları yönündeki palavraları gibi… Bu konuda şu kısa yazıya bakabilirsin istersen: http://gmwatch.eu/10-reasons-why-we-dont-need-gm-foods
      Ama benim bu yazımda ele aldığım sorun, GMO’yu aşan bir durum. Genel sorun insanoğlunun doyumsuz tüketim isteği ile şirketlerin doyumsuz kar isteğinin hepimizi hızlı bir şekilde kıtlıklara, çevresel sorunlara ve kemoterapi seanslarına doğru yol aldırmasıdır.
      “Food security” ciddi bir sorun ve insanoğlunun bu konuda bayağı bir kafa yorması gerekiyor. Fakat gelecekteki muhtemel açlıklardan korunmanın yolu, ucuz ama sağlıksız ürünlerle kendimizi bugün hasta etmek, sanal bolluklarla kaynaklarımızı erken tüketmek ve insanoğlunun kaderini sicili oldukça kirli olan Monsanto firmasının tekelindeki -sağlık etkileri henüz netleşmemiş- GMO’lara terketmek değildir.
      “Ucuzluk” soru’na gelince. Burada iki önemli nokta var. Birincisi, gıdaların ucuz olması gerekmiyor. Sağlıklı ve devamlı olmaları daha önemli. Bugün yediğimiz her şeyi, sadece iki katı fiyat ödeyerek, daha doğal olarak ve binlerce yıl yiyebiliriz. İnsanoğlu kendini temiz ve sürdürülebilir bir şekilde besleyecek kaynaklara da paraya da sahip. Yapması gereken tek şey daha kanaatkâr bir hayat yaşaması. Cips, kola, çikolatasız yapamıyorsanız; cep telefonunuzu senede bir değiştiriyorsanız, haftanın her günü farklı kıyafetler giymek istiyorsanız; her meyveyi yılın her ayı yemek istiyorsanız; toplu taşımayı kullanmak istemiyorsanız… e o zaman tabiî ki besin değerini yitirmiş ve bol katkı maddeli “ucuz” yumurta, tavuk, bal ve ekmeği yemek zorundasınız. Bizi “ucuz” gıdalar istemeye iten şey paramızın olmaması değil, esiri olduğumuz gereksiz tüketim alışkanlıklarımızdan dolayı kaliteli yiyeceklere verecek paramızın kalmaması. İnsanın daha kanaatkâr, sistemin de daha eşitlikçi olduğu bir dünyada, tüm dünyayı doğal ve sağlıklı bir şekilde besleyecek kaynaklara sahibiz. Ama insanoğlu kanaatkâr yaşamaya, şirketler de az kazanmaya hazır değil maalesef.
      İkinci olarak, yazımda da belirttiğim üzere, mevcut ucuzluk gerçek bir ucuzluk değil, kısa vadeli sanal ve sürdürülemez bir ucuzluktur. İflas etmiş Yunanistan’ın 1990’lardaki sanal zenginliği gibi…
      İsveç’e selamlar.

Yorum bırakın