“Tarihin Başı” ve Kürt Meselesi

Amerika’nın en saygın kamuoyu yoklaması kurumlarından PEW, geçtiğimiz Aralık ayında Rusya, Ukrayna ve Litvanya’da ilginç bir anket yaptı. Komünist sistemden pazar ekonomisi ve çok partili demokrasiye geçişin yirminci yılında, bu ülkelerin insanlarına yirmi yıl önce sorduğu bazı soruları yeniden sordu. Bu sorulardan ikisi ülkelerinin komünizmden demokrasiye ve kapitalizme geçişine nasıl baktıkları üzerineydi. Aradan geçen yirmi yılda verilen cevaplardaki değişim oldukça ilginç. 1991 yılında her üç ülkedeki halkın çoğunluğu demokrasiye ve piyasa ekonomisine geçişi onaylarken, 2011 yılında bu onay yüzde 10-40 arasında düşmüştür. Bu üç ülkenin hiçbirinde bugün pazar ekonomisine verilen onay yüzde 50’nin üstünde değildir ve demokrasiye geçişe yönelik onay da sadece Litvanya’da yüzde 50’yi aşabilmektedir. Bu rakamlar, bir taraftan piyasa ekonomisi ve çok partili demokrasinin Sovyet Rusya’nın yıkılmasının hemen ardındaki olumlu beklentilere yeterince tatmin edici cevaplar veremediğini, diğer taraftan da yine aynı dönemde piyasa ekonomisinin ebedi zaferini ilan eden “Tarihin Sonu” argümanının hamlığını göstermektedir.

Doğu Avrupa coğrafyasındaki bu değişim, demokrasinin ve kapitalizmin değerini bilmeyen “nankör eski-komünistler”e mahsus da değil. 1980 sonrasında liberal ekonomik politikaların uygulandığı Latin Amerika’da, bugün hemen her ülkede sosyalist yahut merkez sol partiler iktidardadır. Ve 1990’larda büyük bir “sola dönüş”ün yaşandığı Avrupa coğrafyasında ise, küreselleşmenin istihdam ve demografi üzerindeki etkilerine tepkilerin sonucunda bugün nerdeyse her ülkede sağ partiler iktidardadır. 

Yukarıdaki veriler, insanın düşünsel boyutu ve siyasi tercihleri ile ilgili pek çok noktaya ışık tutar. İlk olarak, toplumların sürekli bir sistemden öbürüne salınmaları sanırım bize şunu söyler: Her sistem, içinde eksiklikleri ve zıtlıkları barındırır ve bu yüzden de hiçbir sistem “her şeyi isteyen” insanın tüm isteklerini karşılayamaz. Böyle olunca da, insanoğlu hayatını eşitlik ile zenginlik, güvenlik ile özgürlük ve savaş ile barış arasında salınarak geçirir; bu yüzden de -ideolojilerin bir savaş alanı olarak- Tarih sonu olmayan bir spiraldir. Ve ideal sistemlerin peşinde koşadursun, insanın nihai kaderi, asıl sorunun kendisi olduğunu anlamaktır!

İkinci olarak, “insan nankördür” der yukarıdaki veriler; çünkü sahip olduklarını değil, sahip olmadıklarını düşünür hep. İnsanın sahip olmadıklarından kaynaklanan mutsuzluğu, sahip olduklarından kaynaklanan mutluluğunu aşar ve gölgeler sürekli; ve bu da sonu hüsranla biten yanlış kararlar silsilesine iter onu. Bu yüzdendir ki daha 20 sene evvel “sefalet” ve “baskı”sından koşar adım kaçtıkları komünizmin “eşitlik ve güvenliği” pek bir alımlı gelir bugünün Doğu Avrupalılarına… Yine bu yüzdendir ki %60’ı gene hüsranla biten ikinci evlilikler, pek bir tatlı gözükür sorunlu eşlere… Ve yine bu yüzdendir ki Çeçenlere zulmeden, Boğazlarda gözü olan ve PKK’yı terör örgütü olarak tanımayan Rusya, pek bir “dost” gözükür NATO ittifakından şikâyet eden Türklere…

Sürekli “elinde olmayana” meyleden insanın siyasal tercihleri de ideolojik olmaktan çok nefsanî olmaya mahkûm olur. Azınlık bir “aydınlanmış” grup dışında, insanların siyasal talepleri, özünde ideolojik bir tercih değil, somut istek ve özlemlere kavuşmanın bir aracıdır çoğu zaman. Bugün otoriter rejimler altında yaşayan milyonlarca insan demokrasiye, gerçekten demokrat oldukları ya da demokrasinin siyasal faziletlerine inandıkları için değil, demokrasinin kendilerine aş, iş ve güvenlik sağlayacağını düşündükleri için özlem duymaktadır.

Yukarıda çizmeye çalıştığım insani tablo biz Türkleri de resmeder ve ilgilendirir. Türkiye’nin Kürt meselesi konusunda bizlere şu önemli uyarıyı yapar mesela: Özerklik ya da bağımsızlık talepleri olan Kürtlerin çoğunun bu talepleri, iyi kurgulanmış bir ulus-devlet projesinin ürünü değil, mevcut illiberal ve merkeziyetçi sistemin kendilerinden esirgediği hak ve özgürlüklere sahip olunacağının düşünüldüğü bir hayalin ürünüdür. Ve Türkiye Kürt vatandaşlarının doğal haklarını tanımamaya devam ettikçe, maalesef bu hayalin cazibesi de bu hayale kendini kaptıran Kürtlerin sayısı da her geçen gün artmaktadır. Meseleye bu açıdan bakınca, Türkiye’nin demokratikleşme konusunda atması gereken adımları atmamakta diretmesi akıl almaz derecede büyük bir yanlışa dönüşmektedir. Türkiye Kürtlerini, sahip olduktan en fazla yirmi yıl sonra içinden çıkmak isteyecekleri bir ulus-devlet hayaline mahkûm etmek, hem Türkiye’ye hem de Kürtlere zulüm değil midir?

2 comments on ““Tarihin Başı” ve Kürt Meselesi

  1. Kürt meselesinin çözümüne 100 yıl önceki II. Abdülhamid politikalarından daha ileri bir perspektifle bakamadıkça, gecikmiş adımları at(a)madıkça, önümüzdeki 10 yılların bugünden daha kötü olmama ihtimaline ipotek koymuş olmuyor muyuz acaba?! (MAM)

Yorum bırakın