Nahda, Eksik Adalet ve Toplumsal Barış

Son iki yıldır PKK, Gülen Cemaati ve Obama yönetiminin üçlü saldırısına maruz kalan Türkiye, 15 Temmuz sonrasındaki kararlı ama bedelli politikalarıyla yıkım sürecinden kurtulup yeni bir inşa sürecine geçmeyi başardı. Gerek Cemaat’in devlet yapılanmasının tortusuyla gerekse PKK’nın devam eden silahlı eylemleriyle mücadele, Türkiye’nin bir müddet daha gündemini işgal edip enerjisini tüketecektir. Fakat her iki yapıyla mücadelede de ahlaki ve askeri üstünlüğün artık devlette olduğunu düşündüğümden, 2016 sonrasında Türkiye için asıl hayati konunun Türkiye siyasetinin yeniden inşa edilmesi olacağını düşünüyorum.

Yıllardır büyük faturalarını ödediğimiz vesayet, darbe ve terör gibi dertlerimizden kalıcı bir şekilde kurtulabilmek için Türk siyasetinin bu yeni inşa sürecinin sağlıklı bir şekilde ele alınması gerekiyor. Fakat Türkiye toplumunun mevcut politik sosyolojisi maalesef bunu oldukça güç kılmaktadır. Çünkü varsaydığımızın aksine, Türkiye toplumu bir “millet” değildir. Türkiye, hiçbiri birbirine güvenmeyen ve çoğu birbirinden nefret eden cemaatlerden (ya da mahallelerden) oluşmuş bir “milletimsi”dir.

Türkiye’deki toplumsal ve politik cemaatlerin hemen hepsine bir şekilde bulaşmış olan güvensizlik ve nefret sendromu iki yönlü bir politik faciaya sebep olmaktadır. Öncelikle, her grup hayatta kalmak ve haklarını savunmak için “her ne pahasına olursa olsun” iktidarda olmayı/kalmayı hedeflemektedir. İkinci olarak, iktidarı ele geçiren her grup kendine tehdit olarak gördüğü diğer grupları baskı altına almayı meşru ve hatta elzem görmektedir. Tüm bunlar sonucunda ise politik yozlaşma ve otoriterleşme kaçınılmaz olmaktadır.

İktidarın Başkanlık sistemine geçişi düzenleyen Anayasa teklifine yönelik içerik ve üslubu, maalesef yukarıdaki iki sorunu da içinde barındırmaktadır. Genel olarak daha merkezi ve otoriter bir yönetimi hedefleyen ve karşıtlarını da hain/düşman olarak yaftalayan bir kampanya üzerine bina edilen bir teklifle karşı karşıyayız. Dolayısıyla, mevcut Anayasa teklifinin hem usul hem de esas açısından Türkiye’nin politik hastalıklarını tedavi değil tahkim eden bir teklif olduğunu düşünüyorum. Fakat bu noktada şunu unutmamalıyız ki, otoriterlik, güvensizlik, nefret ve intikamcılık kesinlikle iktidara has sorunlarımız değildir. Nihayetinde, iktidara geldiğinde ilk işinin gazeteleri kapatıp politikacıları ve gazetecileri hapse atmak olacağını açıkça beyan eden bir muhalefet de var karşımızda.

İşte bugün ortak ve kronik sorunlarla malul olan muktedir ve muhalif Türkiyeli siyasetçilerin önünde duran zorlu görev; eşit vatandaşlık, adil güç/kaynak paylaşımı ve asgari bir saygı kültürü temelinde bir birlikte yaşama uzlaşısı oluşturarak Türkiyelilerin gerçek manada bir millet olabilmesinin önünü açmaktır. Benzer sorunlarla yıllarca boğuşmuş ama sonrasında bir çıkış yolu bulmuş örnekler bizlere ışık tutabilir bu yolculukta. Bu noktada ilk akla gelen örnek Güney Afrika ve onun efsanevi lideri Nelson Mandela’dır. Mandela’nın başardığı en büyük şey, pek çok farklı örnekte de bir şekilde başarılan “siyasi barışa” öncülük etmesi değildi. Asıl başarısı, birbirinden ölesiye nefret eden iki toplumun birbirlerine yönelik öfkelerini törpüleyerek az dahi olsa birbirlerine güvenmeye başlamasını sağlamasıydı. Beyazların siyahlara güvenmeye başlaması, siyahların da beyazlardan daha az nefret etmesi, Güney Afrika barışının harcının en sağlam yanıydı. 1995’teki final maçına Springboks forması ve şapkasıyla giden Mandela’yı “Nelson, Nelson!” tezahüratıyla selamlayan beyazları gördüğünde, Mandela’nın bir hapishane arkadaşı “Özgürlük savaşının asıl hedefinin siyahları baskıdan kurtarmaktan çok beyazları korkudan kurtarmak olduğunu daha iyi anladım” diyecekti…

8b459bfc-5406-4c3e-990e-0d55c815253b_cx0_cy1_cw0_w987_r1_s_r1

Güney Afrika’daki kalıcı barışın zorunlu bir bedeli vardı: eksik adalet. Siyahların yaşam ve yönetim haklarının tanınması karşılığında, siyahlar da beyazların ekonomik hakimiyetlerini tanıdılar ve geçmiş dönemin politik suçlularının peşinden gitmediler. Yerli ve yabancı “mutlak adalet” sevdalılarının yer yer eleştirdiği bu eksik adalet uygulaması, Güney Afrika barışını gerçekçi ve kalıcı kılan bir zorunluluktu.  Harvard’da hukuk profesörü olan Noah Feldman’ın güzel ifadesiyle, Güney Afrika barışı “Mandela’nın milyonlarca vatandaşını hak ettiklerinden daha azını kabul etmeye ikna etmesiyle” sağlanmıştı.

Ne ilginçtir ki, Güney Afrika barışının en önemli temellerinden olan eksik adalet uygulaması, büyük bir umutla başlayan Arap Baharı’nın elde kalan tek tesellisi olan “Tunus Baharı”nın da belki de en temel direğini oluşturmuştur. Elbette ki Raşid Gannuşi liderliğindeki en-Nahda partisine mensup Tunus’un muzaffer İslamcılarının hem zihnen hem de pratikte demokratlaşması Tunus’un başarı hikayesinde çok önemli bir role sahiptir. Fakat Tunus Baharı’nın başarısı açısından, Nahda’nın İslamcı bir ideolojiden “Müslüman demokrat” bir ideolojiye evrilmesi ne kadar önemli idiyse, Nahda‘nın bu zihni dönüşümünü toplumun seküler kesimleriyle ekonomik ve politik bir uzlaşıyla birleştirmesi de o kadar önemliydi. Güney Afrika’dakine benzer bir şekilde, Tunus’un “mağdur çoğunluğunu” temsil eden Gannuşi ve arkadaşları, mutlak adalet fikrinin uzun vadeli ve kalıcı bir barış ihtimalini ortadan kaldırdığını gördü ve bu yüzden eksik adalet prensibinden hareketle Tunus’un yerleşik seküler elitlerinin hem ekonomik hakimiyetlerini büyük oranda tanıdı hem de geçmiş suçlarının peşinden gitmemeyi yeğledi. Bugün elimizde başarılı bir Tunus hikayesi varsa, bu, Nahda‘nın, salt hak ve mağduriyet üzerine bina edilen rövanşist bir adalet arayışının barış ve demokrasinin düşmanı olduğunu idrak etmesi sayesinde vardır.

Tunus’taki durumun aksine, bugün Irak, Suriye ve Türkiye’de yaşanan kaosun ortak bir sebebi, bu ülkelerdeki “mağdur çoğunlukların” eksik adalet fikrine sırtlarını dönüp rövanşist ve toptancı bir tasfiye siyaseti izlemeleridir. Türkiye, Gülen Cemaati’nin komploları ve AKP’nin bu komplolara verdiği siyasal destek sebebiyle maalesef Güney Afrika ve Tunus benzeri bir “büyük uzlaşı” şansını 2007-2013 yıllarında kaçırdı. 15 Temmuz sonrasında Yenikapı’da doğan birlik ruhu da iktidar ve muhalefetin ortak hatalarıyla heba edildi. Fakat önümüzde hala -zayıf da olsa- bir ışık duruyor. Kanaatimce Mandela’nın Güney Afrika’daki tarihsel yükü, Türkiye’de bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üzerindedir. Bu tarihsel yük, muhafazakar/dindar çoğunluğun (büyük bir kısmı halihazırda elde edilmiş olan) haklarının iadesi olduğu kadar, bu çoğunluğun Türkiye’deki Kemalist/seküler azınlığa yönelik güvensizliğini ve nefretini azaltmaktır. Kanaatimce bu, ihtiyacımız olan toplumsal barışın ve siyasi çoğulculuğun olmazsa olmaz bir gerekliliğidir.

İnsan sadece nefsini değil, düşmanını da şekillendiren bir varlıktır. Bugün Türkiye siyasetinin acıklı halinden iktidar ne kadar sorumluysa, en az onun kadar ilkesiz ve yolsuz olan muhalefet de o kadar sorumludur. Aynı şekilde, Türkiye muhalefetinin hırçın ve sorumsuz hali, iktidarın ben-merkezli ve hoyrat politikasından bağımsız değildir. Zaten vaktiyle Gezi’yi Gezi yapan şey de ne idüğü belirsiz “Gezi ruhu” değil, her haliyle sevimsiz “devlet ruhsuzluğu” idi. Hem genel olarak muhalefeti hem de özel olarak yarınki potansiyel Gezilerin akıbetini muhalefetten ziyade iktidarın tasarrufları belirleyecektir. Kemalist ve sekülerlerin korkularını ve haklarını yok sayan bir muhafazakar siyasetin sağlam bir geleceği olmayacaktır bu topraklarda. Bilakis, yüz yılı aşkındır “haddini aşanların zıtlarına dönüştüğü” bu coğrafyada, gelecek, haddini bilenlerin ve umumi fayda adına gücünün yettiğinden daha azına razı olanların olacaktır.* Umulur ki, Nahda lideri Gannuşi’nin bu haftaki Türkiye ziyareti, Türkiyeli siyasetçilere böyle bir geleceğe adım atmaları yönünde bir ilham verir.

090220171703515538501_2-41

* Bu yazının odağının dışında olmakla beraber, burada şunu da not düşmek isterim ki benzer bir durum Kürt siyasetinin geleceği için de geçerlidir. Türklerin korku ve endişelerini yok sayan ve sadece kendi mağduriyet ve haklarına odaklanan bir Kürt siyasetinin de sağlam bir geleceği olmayacaktır bu topraklarda. Bu açıdan, Erdoğan’ın omuzlarındaki yüke benzer bir tarihsel yük, vaktiyle Miroğlu’nun vurguladığı gibi, Öcalan’ın da omuzlarında bulunmaktadır.

By fekmekci

6 comments on “Nahda, Eksik Adalet ve Toplumsal Barış

  1. insaflı, vicdanlı ve makul olanlar; ifrat ve tefridin ortasında duranlar; adil ve dürüst kalanların düşüncelerine tercüman olmuş yazınız yine. en kısa sürede sizi ‘resmi sahalarda’ tekrar seyredebilmeyi bütün kalbimle ümid ediyorum hocam.

Yorum bırakın