Hepimiz Demirel’iz!

Bir yerde zulüm varsa, orda bir zalim vardır, bir de zulme rıza gösteren.” Hz. Ali

12 Eylül yönetiminin siyasal başarısının sebepleri, sayılamayacak kadar çoktur. Ama yine de birkaç tanesini sıralayalım. Halk, 12 Eylül öncesi kargaşadan bıkmıştı. ‘Politika’ ve ‘demokrasi’ diye sunulan uygulama, bu kavramlarla ilgisi olmayan yozlaştırılmış bir kavgaydı. 12 Eylül bunu sona erdirdiği için, kamuoyunun duygularına tercüman oldu.” Mehmet Barlas, Milliyet, 15.10.1981

1974 affı anarşistleri sokağa salıvermiş, 12 Mart’ın Türün Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla iddiaları ile etraf bulandırılmıştır. İşte 12 Eylül, Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür. İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir.Nazlı Ilıcak, Tercüman, 10.10.1980

27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki milli iradeye tam zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken, ikincisi milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır… 27 Mayıs 1960 hareketi ‘millete rağmen’ diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak ‘millet için’ formülüyle ifade edilebilir… Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah.” Necip Fazıl Kısakürek, Rapor 13, Ekim 1980

Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir… Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir… Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim.” Vehbi Koç, 3 Ekim 1980 tarihinde Kenan Evren’e yazdığı mektuptan

***

Geçtiğimiz hafta 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu üyeleriyle yaptığı görüşmede verdiği ifadeler, her zamanki gibi renkli, düşündürücü ve şaşırtıcıydı. Özellikle Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararlarına yönelik şu ifadeleri pek çok kesimi şaşırttı: “İdam kararları Yargıtay, Meclis ve Cumhurbaşkanı’ndan geçmiştir. Kararı milli irade vermiştir. O milli irade de bütün milleti temsil ediyor. Bugünlerde her fırsatta ‘meşruiyetin kaynağı’ olarak gösterilen milli irade buraya gelince niye sayılmıyor. Ben o milli iradede, 276’da sadece 1’im… Şimdi bunun suçunu, günahını benim üstüme yıkmanın manası var mı?

Demirel’in  idamların “suçunu” milli iradeye atması medyada geniş yankı buldu ve genelde eleştirildi. Fakat ben Demirel’e yönelik eleştirileri fazla hamasi buluyorum ve Demirel’in sözlerinin bir gerçekliği olduğunu düşünüyorum. Deniz Gezmiş’i gerçekten de milli irade astı! Zira Türk halkının büyük çoğunluğu anarşiyi önlemek ve komünizm tehlikesini bertaraf etmek için bu idamları meşru ve gerekli görüyordu. Öyle ki, ileriki yıllarda Türkiye’nin sayılı “reformist” siyasetçilerinden addedilecek olan Turgut Özal da “Acıyıp bir şans daha vermeyelim” demiş ve idamları desteklemişti.

Türk halkının “devlet şiddeti”ne yönelik desteği Deniz Gezmiş’lerin idamıyla da sınırlı değildi. Türk halkının ezici çoğunluğu (gene anarşiye ve komünizm tehdidine son verdiği için) 12 Eylül darbesine de destek vermişti. Yazının girişindeki alıntıların da ortaya koyduğu üzere; sade vatandaşından siyasetçisine, din adamından sermayedarına, gazetecisinden akademisyenine toplumun hemen her kesimi alkışlamıştı 12 Eylül darbesini. Bu yüzden, 12 Eylül bir askeri darbeden çok milli darbe idi. Zaten 12 Eylül Anayasası’na %92 “Evet” çıkması da tevekkeli değildi…

(Burada bir parantez açıp şunu belirteyim: Ben bu yüzden Kenan Evren’in yargılanmasını desteklemiyorum. Hemen herkesin olmasını istediği ve gerçekleşince de şapka tuttuğu, ve getirdiği tüm kurumların bugün sistemin ve devletin bekası için vazgeçilmez görüldüğü bir darbeden dolayı darbenin lideri bir pir-i faniyi yargılamak bence bir yüzleşme ya da demokratikleşme değil, sahte bir günah çıkarma ritueli olabilir ancak… 12 Eylül’le gerçekten yüzleşmek/hesaplaşmak isteyenlerin yapması gereken iki şey vardır: 1) Anayasa’yı, TMK’yı, YÖK’ü, Siyasal Partiler Kanunu’nu, zorunlu din dersini vs. çöpe atmak 2) Aynaya bakmak.)

Yukarıda belirttiğim üzere, 1970’lerdeki idamları Turgut Özal da desteklemişti. Ki bu bizi başka bir bahse de getirir. Vefatının ardından “yaşasaydı Kürt sorununu çözecekti” güzellemesi yapılan Özal (ve partisi), yaşamının son yıllarındaki birkaç ifadeyi çıkarırsak, Kürt meselesinde çözümsüz geleneksel yaklaşımı aşamamıştı hiç. Özal Kürtçe’nin (medya ve eğitim gibi) kamusal alanda kullanılmasına karşıydı ve Kürt sorununun çözümünü asimilasyonda görüyordu. Burada mesele Özal’ın şahsı değil tabiiki; Özal halkın oylarıyla başa gelmiş bir yöneticiydi ve gerek uygulamaları gerekse sözleri milli iradeyi fazlasıyla yansıtıyordu. Yani Kürt meselesinin geri dönülmez bir şekilde çığırından çıkmasına yol açan olağanüstü hal, koruculuk, köy yakmaları, siyasi tutuklamalar ve Kürtçe yasaklarının arkasında milli irade vardı. Türk halkı hem genel olarak Kürtlerin hak ve talepleriyle ilgilenmiyor hem de “devletin ve milletin bütünlüğü”ne halel gelmesin diye bölgedeki şiddet politikaları karşısında sessiz kalmayı yeğliyordu.

“Dünyanın neresinde olursanız olun, zulmeden tarafın aydınları var, onlar her zaman zulme uğrayan insanların yanında yer alırdı, ama Türkiye’de bu yapılmadı. Ülkenin solcuları bile bu sorunun adını koymaktan uzak kaldı… Eşit haklar istediğimizde bazen bakıyorsun sorunla ilgilenen aydınlar bile geri çekiliyor.” (40 yaşında bir Batmanlı, Bildiğin Gibi Değil: 90’lar Güneydoğu’da Çocuk Olmak, s. 99)

“Nurcular bu dönemde (1980 ve 90’lar) Kürt sorunu ile aralarına çok kalın bir çizgi koydular. Hiçbir şekilde Kürt sorunu ile ilgilenmediler. Meşru ve İslami Kürt kimliği ile ilgili en küçük bir talep bile artık onlar nezdinde ‘ırkçılık’ ve ‘bölücülük’tü.” (Altan Tan, Kürt Sorunu: Ya Tam Kardeşlik Ya Hep Birlikte Kölelik, s. 460)

Dahası, bu milli irade bugün de aynı işlevini yerine getirmektedir. Bugün anadilde eğitimi, cem evlerinin ibadethane statüsünü, vicdani ret hakkını, adil seçimleri AKP hükümeti engellemiyor, milli irade engelliyor. Zira Türk halkının çoğunluğu bu haklara yönelik yasakların devam etmesini istiyor. (Bugün bu anlamsız ve anti-demokratik yasakları savunup bundan 20 yıl sonra demokrat geçinecekler için şimdiden not edelim: Sizler -ve kolektif iradeniz- suç ortaklarısınız!)… Bugün Özel Yetkili Mahkemeler; kitap yazdıkları, puşi taktıkları, pankart açtıkları, eylem yaptıkları, ders verdikleri için muhalif insanların yıllarını çalabiliyorsa, milli irade bunu “dert etmediği” içindir. (Hükümete dokunana kadar, toplum içinde kayda değer bir “özel yetki” sorgulaması mı vardı bu ülkede?)… Hakeza, Afganistan’da yanlışlıkla sivillerin öldürülmesi sonucu Alman Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı’nın istifa ettiği bir dünyada, Uludere katliamının Türk siyaset ve ordusunda bir bedeli olmuyorsa, milli irade bunu zorlamadığı içindir… Zaten o milli iradenin bu konudaki tavrı ve duyarsızlığı, Van depreminin ve Uludere katliamının hemen ertesinde devlet televizyonlarında yılbaşı kutlamaları yapılabilmesini mümkün kılmıştı… (Elie Wiesel boş yere “sevginin zıttı nefret değil, kayıtsızlıktır” dememişti!)

Şüphe yok ki insan, nefes alan varlıkların en kurnazı. Her daim kendini temize çıkarmakta da pek mahir. Gel gör ki emperyal dönemlerin “etkisiz tebaa”larını “sorumlu seçmen”lere dönüştüren demokrasi, modern insanın bu zevkini kursağında bırakıyor. Ne Demirel, ne Özal, ne de Erdoğan hükümetleri izledikleri anti-demokratik politikaları “halka rağmen” izlemedi/izlemiyor. Bilakis, Türk halkı (bazen toprağı, bazen devleti, bazen düzeni, bazen de dini korumak adına) kah açıkça kah sessizce destekleyegeldi bu politikaları. Zordur bunu kabul etmesi; ama Demirel, kelimenin tam anlamıyla, milli irade idi; ve biz hepimiz Demirel’dik! 

Yorum bırakın